Velinin alametleri12
VELİNİN ALÂMETLERİ
1‐Allah Teâlâ tarafından korunması.
Bu korunma durumu zincirleme olan bir takım
işlerle olur. Seyyâr bu işlerin Allah Teâlâ’nın
muhafazası sebebiyle olduğunu bilir.
2‐Allah Teâlâ’nın çeşit çeşit lütuflarıyla onu
talep etmesi ve araması.
Üzerinde kötü bir şey cereyan etmeden önce
bahşedilen ikram mahiyetindeki bu nevi
lutuflar sonsuz ve sayısızdır.
Bu durum velinin Allah Teâlâ’ya dönmesi ve
yönelmesi neticesini doğurur. Bu hal ona veya
başkasına bir makam olur. Bu makamda yaptıklarına
karşı Hakk’ın ona bir korkutması ve tembihi
vardır. Bu da yaptığı işten dolayı Allah Teâlâ’nın
bir ikaz ve uyarması olur. Çoğu kere kötü
işlerin neticesinde meydana gelen yakîn hâli,
iyi işlerin sonunda hâsıl olan yakînden daha
kuvvetli olmaktadır.
Bu şuna benzer:
Köle efendisinin hizmetini iyi yapabilirse,
efendisi ona hilat giydirir. Yapamazsa, onu döver,
azarlar, hapseder veya bir yere bağlar. Her
iki halde de efendinin mükâfat veya cezası, kalbinde
kölesine karşı duyduğu ilgiyi gösterir.
Ancak dayak atması ikramda bulunmasından
daha manalıdır. Çünkü ikramın kölenin efendisine
olan hizmetine bağlı olması ile mümkündür
ve efendinin kereminin neticesi olması da
caizdir. Aynı şekilde efendinin köleye duyduğu
alâkanın tezahürü de olabilir.
Dayak atmak ise sadece efendinin köleye
alâka duyduğuna ve onu sevdiğine delâlet
Şeyh Necmeddîn‐i Kübrâ 129
eder. Çünkü efendi sadece verdiği emirlere
uyulmasını istemektedir. Zaten muhabbet de,
sevenin sevgilisine muvafakat etmesinden
başka bir şey değildir.
Bunun gibi, kendi uykusunda veya kardeşinin
uykusunda Rabb’i bir Seyyârı azarlar veya
kendisine bir uğursuzluk ve musibet isabet
ederse Allah Teâlâ’nın ihsanında bulamayacağı
yakîn derecesini bulur. Zira ihsan ve ikram
O’nun sıfatlarındandır. Hâlbuki İşkence etmek
onun sıfatı değildir.
3‐Duasının kabul edilmesi.
Bu konuda da Allah Teâlâ’nın velileri kısım
kısımdır. Onlardan kiminin duasına anında,
kimininkine üç günde, bazısına bir haftada, bir
ayda, bir senede, bundan daha az veya daha
uzun bir zaman içinde icabet edilmiş olabilir. Bu
zamanlama onların menzil ve makamları ile
ilgilidir. Buradaki “dua” dan kastımız da sadece,
“Rabb’ım şunu, şunu yapmanı istiyorum” şeklinde
olan dua değildir. Bu sadece kalbindeki
duaya delil teşkil eder. Bir beyitte denilmektedir
ki:
ا ِنَّ اْلكَلام لفِى اْلفُؤآِد وا َِّنما جِعلَ اللِّسان علَى اْلفُؤآِد دِليلا
“Şüphesiz söz kalptedir. Dil ise kalbe delil
oldu” 95
4. Bir başka alâmeti kendisine İsm‐i
âzam’ın verilmiş olmasıdır.
Velilerden her birine Allah Teâlâ’nın isimle‐
95 Bk. Şi’ru’l‐Ahfal, Nşr. Anton Salhanî, s. 503 (Beyrut
1891); L. Massıgnon, La Passion d’al Hallac, s. 605
(Paris, 1922)
130 Fevâihu’l‐Cemâl ve Fevâtihu’l‐Celâl
rinden bir İsm‐i azîm (büyük isim) verilir. Veli
de onunla O’na dua eder. Allah Teâlâ da kulunun
duasına icabet eder. 96
İsmi
Â’zam Örnekleri
Bağdat Şunuziyye mescidinde halvette iken
üzerinde افتحبحنين “iftehbihanîn” kelimesinin
yazılı olduğu bir kâğıt gördüm. Hemen bu kelimeyi
bir kâğıda yazarak tekkenin hizmetçisine
götürdüm ve “Bu Allah’ın en büyük ismi”, dedim.
Başını önüne eğdi ve içinden bir şeyler
fısıldamaya başladı.
Bir müddet sonra evinin kapısını bir adam
çaldı, izin verdik, girdi. Adamın nereden geldiğini
anlayamadık. Yanımıza bir kâğıt bıraktı ve
gitti. Elimizle yokladığımızda bir de ne görelim,
on dinar. Hizmetçi düştü bayıldı. Bir saat sonra
hayrette ve şaşkın bir şekilde ayıldı
“Ne oldu sana”, dedim.
“Az önce bu Allah’ın en büyük ismidir dediğin
zaman şüphe etmiştim. Ve kendi kendime
şunu demiştim: Ya Rabbi gerçekten bu İsm‐i
âzam’sa şu anda bana on dinar gönder, dervişlere
dağıtayım”.
Tekke hizmetçisi bir müddet sonra bana şu
96 Bir şahıs Bayezid Bistamî’ye gelerek O’na İsm‐i
âzam’ın ne olduğunu sordu. Bistamî:
“Bana bir ism‐i âsğar (en küçük isim) göster ben
de sana İsm‐i âzam’ı göstereyim” dedi. Adam bu
söz karşısında şaşakaldı. Ve
“Evet, O’nun bütün isimleri büyüktür”, dedi.
Şeyh Necmeddîn‐i Kübrâ 131
şekilde bir şey daha anlatmıştı:
Uykudaki olan kişinin gördüğü gibi şahıslar
görmüşüm. Onların melekler olduklarını zannetmişim.
“Biz filan kimseye İsm‐i âzam’ı verdik”,
demişler ve benim ismimi vermişler. Hizmetçi
daha sonra şunu dedi:
“Seni kıskanarak onlara şöyle dedim: İyi
ama onu bana değil ona verdiniz”. Şu şekilde
karşılık verdiler:
“O pek çok müşahede ve riyazet yapmaktadır.
Sen ise böyle bir şey yapmadın. Sen de
Allah Teâlâ için mücâhede yoluna girersen ona
verdiğimizi sana da veririz”.
Veliye İsm‐i âzam verildiği gibi gayb âlemindeki
isim ve künyesi ile melek, cin gibi ruhani
varlıkların isimleri de tarif edilir.
132 Fevâihu’l‐Cemâl ve Fevâtihu’l‐Celâl
Veliliğin Oluşması
Seyyâr için velâyetinin üç derecede tamamlayışı
dereceler hakkında deriz ki;
1. Derece 2.Derece 3. Derece
Telvin Temkin Tekvin
İlim Hâl
Fenâ am’l‐hâleti
fî’l‐muhavvil
Müşâhade‐i
suver
Müşâhede‐i
meâni
Fenâ ani’l‐meânî fi
ma’na’l meânî
Tecrîd Tefrîd Tevhîd
Havf‐Reca Kabz‐Bast Üns‐Heybet
İlme’l‐yakîn
(Kazanmakla)
Hakka’lyakîn
(Haldir)
Ayne’l‐yakîn
(Fenâdır)97
İbadet Ubudiyet Ubûdet
Talebul‐abd
Kabulu’l‐
Hakk li’l‐abd
Fenâ fi'l‐Hakk
Katu’l‐alâık
ittisal bi'lhakâık
Fenâ ani’l‐hakaik fi
hakkı’l hakâik
Ta’abbud Ubûdiyyet Hürriyet
Tezekkür Zikir İstiğrak fi’l‐mezkür
97 Bilindiği gibi tasavvufta yaygın olan tarz ilmelyakîn,
ayne’l‐yakîn, hakka’l‐yakîn tarzında olanıdır.
Viyana nüshasında sıralama, böyledir. Bk.
Fevatihu’l‐cemâl. Nşr. F. Meier, 85/3
Şeyh Necmeddîn‐i Kübrâ 133
Fenâu sıfatı’labd
Fenâ fi sıfatı’l‐
Hakk
Fenâ fi Zatihî
İbaret İşaret Gayb 98
Huzur Gaybet İhzar
Şuhûd Gaybet Işhad
Tehalli Tecelli Tevellî
Bil ki Seyyâr ancak kendisine “kün” (ol) emri
verildiği zaman velâyetle vasıflanır. Bu ise şu
âyette ki Allah Teâlâ’nın emridir.
“Biz bir şeyin olmasını istediğimiz zaman
ona sadece “ol” deriz ve oluverir” 99
Veli irâdesini Hakk’ın irâdesinde yok ettiği
zaman kendisine “kün” emri verilir. Seyyâr
irâdesini Hakk’ın irâdesinde yok edince irâdesi
Hakk’ın irâdesi olur. Artık Hakk’ın her istediği,
kulun da istediği şey, kulun her istediği de
Hakk’ın irâde ettiği şey haline gelir.
Şu âyette buna işaret ediliyor:
“Âlemlerin Rabb’ı olan Allah istemedikçe,
siz hiç bir şey isteyemezsiniz”.100
ك“ ” ve “ ن” “Kâf” ve “Nun”dan meydana gelen
“ كن ” “kün” emrini Allah Teâlâ’nın telaffuz
98 Bu ifade de şeyhi Ammar’dan iktibastır. Bk. Şehit
Ali Pasa nu. 1395, 80a.
99 Yasin, 40
100 Kuvviret, 30
134 Fevâihu’l‐Cemâl ve Fevâtihu’l‐Celâl
etmesi caiz değildir. Bu bir işi süratli olarak
yapmak anlamındadır. Ve bu kelimedeki “kâf”
kevn (dünya) in kâfi, “Nun” ise O’nun nurudur.
Bir hadiste de şu ifade vardır:
يا مكْنون كلِّ شيئٍ يا مكَون كُلِّ شيئٍ
“Ey her şeyin yaratıcısı, ey her şeyde ve gizli
olan!”.
“İftehbihanîn”, “Yunak”, “Kantarûn”,
“İsteftîyn” kelimelerinin anlaşılan bir takım
manalar vardır. Ancak bunu zevk hâl ile işiten
kimse bilir. Meselâ;
“îftahbihanîn” “Yunak” hilede lutf ve latife
yapan,
“Kantarûn”, vâridlerin kabulüne düşkünlük
gösteren,
“İsteftîyn” Zamanın Aişe’si anlamına gelmektedir.
Şu şekilde bir soru sorulsa:
“Diyorsun ki, افتحبحنين îftehbihanîn îsm‐i
âzam’dır. Peki, o zaman iftahbihanîn’in anlamına
nasıl gelebiliyor? İsm‐i âzam’ın manası
olması nasıl sahih olur?
Biz deriz ki:
“Bunu biz zevk ve tatma yoluyla öğrendik.
“Allah”ı zikir, kalbe vâki olana kadar Allah Teâlâ’yı
zikrettik ve sustuğumuz zaman kalbten
hıçkırık sesine benzer bir ses duyduk. Sonra
azamet ve kibriya vâridleri, kalbin celâli ve cemali
tecellilere mazhar olması, zahir ve bâtın
âyetlerin ona zuhur etmesi, sebebiyle kalp kuvŞeyh
Necmeddîn‐i Kübrâ 135
vetlenince bu hal arttı.
Hakikat denizinden şarap içince sarhoş hâline
girilir. Bu sarhoşluk büyüklük ve yücelikler
için duyduğu susuzluğu ifade eder.
Uçuş kudretinin ve himmetinin yüce olması,
sebebi, o azamet ve celâli hatırladıkça, ona
ulaşmak için, ondan bir حنين “hanîn”, (özlem
ifadesi, inilti) sudur eder. Bu, dişi deve ve kısrağın
(yavrusuna karşı duyduğu özlemin ifadesi
olan iniltiye ve) hanine benzer. افتح بحنين “İftah
bi‐hanîn” (inilti ve özlem ile aç) ifadesinin manası
budur.
Bundan açıkça şu anlaşılır:
Her şeyin İsm‐i âzam’ı onun yakîni celâl sıfatlarının
menzillerini ve cemâl sıfatlarının
mazharlarını tanıması miktarınca olacak demektir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
“İsa aleyhisselâm su üzerinde yürüyordu”,
denilince şu şekilde buyurdu:
“Yakîni çok olsaydı (su üzerinde değil) havada
yürürdü”.
Şeceret’ül Yakîn
Tevekkül, yakînin meyvesidir. Meyva ise
ağacın kuvveti oranındadır.
Tevekkül, Seyyârın va’d ve vaîd konusunda
Allah Teâlâ’ya güvenmesi, kendisine gelecek
olan hiç bir şeyin elden kaçmayacağına inanmasıdır.
Böylece onu üzmez. Elde ettiği şeyden
dolayı da sevinmez. Çünkü işin aslına bakar, işin
136 Fevâihu’l‐Cemâl ve Fevâtihu’l‐Celâl
aslı da şudur:
“Herkese, yaptığının karşılığını veren de
O’dur.”
“Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür
kim de zerre miktarı kötülük işlerse o da onu
görür” 101
Bu nedenle Seyyâr kendisine kötülük yapan
şahsı Allah Teâlâ’ya havale eder. Çünkü
hak ettiği cezanın miktarını ancak O bilir. Kendisine
iyilik yapıldığında da durum böyledir.
Yani bu iyiliği o insandan değil de O’ndan bilir.
Hatta iyiliği Allah Teâlâ’dan bilmek daha uygundur.
Bütün bunların açıklaması İsm‐i âziz
olan Allah Teâlâ’nın şu sözünde vardır:
“Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi
bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce
o kitapta bulunmasın. Doğrusu bu Allah’a
kolaydır. Bu kaybettiğinize üzülmemeniz ve
Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmamanız
içindir...” 102
Hikâye
Şu şekilde bir hikâye anlatılır:103
Adamın biri başka bir adamın sarığını çalar
ve doğu tarafındaki yerleşme alanına gider.
Sarığın sahibi ise batı tarafındaki mezarlıklar
bölgesine doğru koşar. Onu kabirlerin yanında
gören bir şahıs:
101 Zilzâl, 7
102 Hadid, 22, 23
103 Senaî, Hadikatu’l‐hakika, s. 673; Georg
Rosen, Elemanta Persica, s. 60 (Leipzıg 1915).
Şeyh Necmeddîn‐i Kübrâ 137
“Be adam, senin sarığını çalan doğu tarafındaki
evine gitti, sen tam aksi istikamette
batıdaki mezarlıklarda onu arıyorsun?”, deyince:
“Ey temiz kalpli insan, o nereye kaçacak?
Onu gözetlemeğe başladım (nereye kaçarsa
kaçsın) eninde sonunda buraya, bu kabre gelecek”,
diye karşılık verdi.
Bu hikâyede şuna işaret vardır:
Kalplerin kaçıp sığınacakları tek yer Hakk’tır.
Masıvâ için de baş vurulacak yer O’dur.
Allah Teâlâ buyurdu ki:
“...O’nun yüzü (zatı)nden başka her şey helak
olacaktır. Hüküm O’nundur ve O’na döndürüleceksiniz”
104
Tefviz,105 teslim, rızâ, sabır, şükür de tevekküle
dâhildir. Bütün bunlar yakîn ağacında bulunan
dal ve yapraklardır.
Zikrin Sonu
Zikir, sırra ulaşınca, Seyyârın sukut halindeki
zikri, iğne batırılarak dilde yapılan nakışlar gibi
olması veya bütün yüzünün dil haline gelmesi
ve ondan feyzler dağılan, taşan bir nur ile zikretmesidir.
Seyrin Sonu
Seyyâr, saf hale gelip kendisi için himmet eli
104 Kasas, 88
105 Tefviz: Birisine bırakma. * İşini Allah Teâlâ’ya
havâle etme. * Sipariş ve ihâle etme.
138 Fevâihu’l‐Cemâl ve Fevâtihu’l‐Celâl
ortaya çıkınca, bu elden bedel başka eller bulur.
Bu “kalbin eli”dir. Orada (gönül âleminde)
gaybta alır, gayba verir ve gaybtan yer.
Bu el gelişip kuvvetlenince Seyyârın önündeki
âyetleri alırcasına oraya uzanır.
Bazı zamanlar da buna hayretin sonunda
Seyyârda şu şekilde bir hâl ortaya çıkar: Sanki
bu elde bulunan ateş dolu bir kap vardır, onu
yeryüzüne vuruyor. Gökyüzü ise yakînin galebesinden
ve kendisine hücum eden âyetler
ordusunun şiddet ve kuvvetinden kan döküyor,
görür.
Hayretin İşareti
Hayret son haddine ulaşınca şu şekilde bir
hal başına gelir.
Bu elde ateşten bir tokmak vardır. El, bu
tokmakla yeryüzünü ve semâyı dövmektedir.
Seyyâr, yakînin galebesi ve âyetler ordusunun
şiddetli hücumu sebebiyle sanki kanı dökülüyormuş
gibi olur. Bazen tokmağın vurulduğu
yerde, içi yağ dolu bir kavanoz bulunur, sanki
Seyyâr arzda ve semâda bulunan her şeyi bu
yağla yakmak isteyen bir yağcıdır.
Buradaki sır şudur:
Sâdık, ihlâslı ve âşık olan Seyyârın, maksut
ve matluba ulaşmasına hiçbir şey perde ve engel
olamaz,
(İlk zamanlar) Allah Teâlâ’ya baktığı zaman
âyet ve alâmetler onu perdeler. Artık o âyet ve
alâmetlerin şarabını içmiş, sarhoş olmuş sonra
dövüş çıkarmış sonra sekrden sahv haline
dönmüş, sonra tekrar sekr halini avdet etmiştir.
Şeyh Necmeddîn‐i Kübrâ 139
Sonuçta peş peşe tekrar edip duran şeylerden
bıkmış ve usanmıştır. Bundan dolayı Seyyâra
rehber olmuş bulunsalar bile sıdk, aşk ve ihlâs,
ondan başka olan âyetlerin ve delillerin kendisinden
kovulmasını gerektirir. Çünkü delil rehber
ve mürşid Allah Teâlâ’ya giden yol anlaşılmaz
ve bilinmez olduğu zaman aranır ve istenir.
Yol bilinince, daha doğrusu O (Hakk) bunu tarif
edince, artık delil ve âyet onun için bir engel ve
perde teşkil eder ki, kovulması ve uzaklaştırılması
gerekir. Çünkü bu noktada deliller (âyet)
ve rehber velilerin düşmanıdır.
Hakk Sübhanehu ve Teâlâ şehadet ve gayb
âlemlerinde delil ve âyetlerle perdelenmiştir.
Yani, gayb âleminde batinî âyetlerle,
şehadet âleminde ise zahirî âyetlerle.
Çünkü şehadet âlemi nur ve karanlıktan
meydana gelir. İkisi de perdedir. Gayb âlemi de
aynıdır.
Şehadet âlemindeki nur, ve karanlık gayb
âlemindeki nur ve karanlığın ismi,
gayb âlemindeki nur ve karanlık ise şehadet
âlemindeki bu iki ismin manalarıdır.
Manaların manası, ruhların ruhu ve
kalblerin kalbi budur. Bu sebeple dünya
âhiretin ismidir, âhiret ise dünyanın manası ve
nihâyet bütün manalarıyla âhiret Hakk
Taâlâ’nın ismidir.
Seyyâr, marifetini gaybî âyetlerin zuhuru ile
arttırır. Daha sonra azamet ve kibriyanın hücumlarında
gaybî âyetlerin yok oluşu (fenâ) ile
marifetini çoğaltır. Böylece zahirî âyetlerin durumuna
nisbetle gaybî âyetlerin Seyyârın üze140
Fevâihu’l‐Cemâl ve Fevâtihu’l‐Celâl
rindeki durumu harikulade bir şey olur. Zat ve
sıfatın tecellisi ise gaybî âyetlere oranla olur. Ve
bu durum isim ile mana aynı şey oluncaya
kadar devam eder ve tamam olur. Artık zahirî
âyetlere baktığı zamanki hayreti, keşf âleminde
gaybî âyetlere baktığı zamandaki hayreti nispetindedir.
Zât ve sıfatlar tecellî edince de nisbet
yine böyle olur.
Seyyâr bu noktada yakînin isimden değil de
manadan meydana geldiğinin farkına varır.
Onun için nazarında ikisi aynı şey ise de ism‐i
aziz olan Allah Teâlâ’nın mahlûklarını insanları
yine gaybî âyetlere çağırır, zahirî âyetlere yönelmesini
istemez. Zira bilir ki onların kendine
olan yakînleri ancak bu yoldan fazlalaşır. Zaten
esas gaye yakînin elde edilmesi ve irfanın ziyadeleşmesidir.
Kaidei
Zevkiyye
Tarikatta sülük etmeyen, gayb âleminde iyi
ve kötü şeyleri görmeyen, heybet, ölüm ve
fenanın büyük taarruzlarına göğüs germeyen
kimsenin şeyh olması, insanları bu konuda terbiye
etmesi asla doğru değildir.
Meczubun şeyhliği de doğru değildir.
Aslında meczub maksuda ulaşmış bir kimsedir.
O’nu tatmıştır. Fakat maksuda giden yolu
tatmamıştır. Bu nedenle onun şeyhliği ve
mürşidliği olamaz. Çünkü şeyhlik yol bekçiliği ve
yol göstericiliğidir.
Hayretin Sonu
Seyyâr, zahirî ve batınî âyetlerden hazzını
Şeyh Necmeddîn‐i Kübrâ 141
alıp zat ve sıfatların tecellisine mazhar olduktan
sonra hayret hâline ulaştığı ve O’na olan iştiyakı
daha da arttığı zaman, artık yer ve gök, kendisinin
içinde mahkûm ve mahbus olarak kaldığı
bir hapishane, bir zindan bir kuyu, bir hisar, bir
kale hâline dönüşür. Oradan kaçmak, firar etmek
ve kurtulmak için bir çıkış yeri bulmaya
teşebbüs ettikçe, yer, gök ve bu ikisinde bulunan
ateş, nur, hayvan, bitki, taş, toprak gibi
âyet ve alâmetlerin perdeleri seyyârın karşısına
çıkar. Bir türlü oradan dışarı çıkamaz.
Seyyâr, hayret hâlinde iken bazen âyetlerle
uyum içinde olur, bazen hüzün hâlinde iken de
ona eşlik eder, hatta bu hâlde iken onlar dolayısıyla
ağlama hisseder. Kimi zaman bu âyetler:
“Haydi O’na!” der. Kimi zaman da onların
her birinden şu şekilde bir ses duyar:
“Bana gel ve bak! bendeki acayiplikleri
say!. Bütün bunlar tuhaf ve garip şeylerdir.
İster yeryüzündeki bir çöp olsun, ister havadaki
bir zerre”.
Zaman zaman Seyyârın gayret ve himmeti
artar. Âyetler onun içine girer veya o âyetlerin
içine o girer. Veya gökteki yıldızlar üzerine saçılır
veya gökyüzü onun üzerine iner.
Bazen gökyüzünü gönlünün içinde hisseder,
kimi zaman da kendini gökyüzünün üstünde
görür. Bununla beraber yere bakar. Yeryüzü
ona dost olur. Ve şöyle der:
“Bana ve bendeki acayipliklere bak!
Düşün, Allah Teâlâ sana ikramda bulundu
da benim üzerimde yürüyorsun:
Nasıl oluyor bu?
142 Fevâihu’l‐Cemâl ve Fevâtihu’l‐Celâl
Hâlbuki ben senin annenim ve senden daha
büyüğüm. Ve ben neyin üzerinde duruyorum?
Bazen önünde dalgalanan bir deniz gibi
olur. Seyyâr batmadan onun üzerinde durur.
Sözüne kulak vermediği veya hayret sınırına
ulaşacak şekilde onun sözünü dinlediği zaman
Seyyâr, kendisini deniz olarak zuhur ve temessül
eder. Seyyâr durmadan denize bakar, sonuçta
arzdaki ruhanîler (cinler) ona karşı çıkış
ve hamle ederler. Fakat o, sıdk ve ihlâs kalesinde
kendisini korur, onun için onu ele geçiremezler.
En sonunda kudret dairesinde arz fâni
olur. Bundaki maksat şudur:
Seyyârın gayreti ve kıskanması şiddetlenip
himmeti yüce olunca, ilim ve ihtiyar yolu ile
değil, halet yolu ile âyet ve alâmetlerin yüzüne
vurmak onun için helâl olur. Fakat bu vuruş
himmet iledir, yoksa cüsse ve bedenle değildir.
Makamlar Sınırsızdır
Hâllerin de başlangıçları ve sonları vardır.
Başlangıcı uykudur, sonra uyku ile uyanıklık
arasında olan vakıadır. Bunu, halet, onu vecd
ve vicdanın galebeleri, bunu kudreti müşahede
ve sonra kudretle sıfatlanma, bütün bunlardan
sonra da tekvin takip eder.
Eğer biz burada Seyyârın, seyr ü sülük esnasında
bulduğu her şeyi tafsilatlı olarak alıp
yazsaydık, bu beyaz kâğıtlara sığmazdı. Çünkü
bu âyetleri keşfetmek ve açıklamak Allah Teâlâ’nın
zahir ve bâtın himmetlerindendir. Bunlar
Şeyh Necmeddîn‐i Kübrâ 143
da şu âyetin işaret ettiği gibi sayısız ve sonsuzdur:
“...Allah’ın nimetlerini sayacak olursanız bitiremezsiniz...”
106
Seyyâr bir makama ulaştığı zaman kendisine
harf ve seslerle değil vasıl ve fasıl yoluyla “dur”
denir. Buradaki vasıl dan Seyyârın vahdaniyete
ulaşması, fasıl dan ise insanî hüküm ve özelliklerden
ayrılması kast edilmektedir. Bu insanın
güç yetiremediği bir iştir. Hatta diller dahi bunu
vasf etmeye takat getiremez. Orada
“Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği
ve insan aklından geçmeyen şeyler vardır”107
لَقَد طِفْت في تل ِْك اْلمَعاِهدِ كلِّها وصيرت طَرفي بين ِت لْك اْلمَعاِلمِ
فَلَم أَر إلاَّ واضِعاً كَفَّ حاِئرٍ علَى ذَقْنٍ أَو قَارِعاً سِنَّ نَاِدمِ
“Bütün medreseleri gezdim, bütün ilim yuvarlarına
göz gezdirdim. Elini hayretinden
şakağına dayamış veya sıkıntısından dişlerini
çekip çıkaran insanlardan başka kimseyi görmedim”
108
Hâşâ Allah Teâlâ’nın, kendisinden gelen elçi‐
106 İbrahim, 34; Nahl, 18
107 Buharı, Bedu’l‐halk, B. 8; Tevhid, B. 35; Müslim,
îman, 312; Cennet, 5‐6.
108 Ebu Ferec Şehristanî, Nihayetu’l‐ikdam, Nşr.
Alfred Gudllaume, s. 3 (Oxford 1934).
144 Fevâihu’l‐Cemâl ve Fevâtihu’l‐Celâl
lerinin ardı arkası kesilmez. Aksine her an ve
her zaman elçi gönderir. Bunlar O’nun lütufları,
işaretleri, uyarmalarıdır.
Şeyh Necmeddîn‐i Kübrâ 145
Son Söz
Buraya kadar anlattığımız âyet, işaret ve
alâmetler kul ile Allah Teâlâ’nın iyi ve kötü ilişkileri
ile O’nunla olan sohbetinin hükümlerinin
neticeleridir.
Bizim anlattıklarımız Allah Teâlâ’ya yönelenler
için sadece bir örneklerdir. Bunlarla bu zevki
tadanların zevki, âşıkların aşkı, ariflerin nuru,
sevenlerin ateşi, özlem duyanların sürati, vecd
hâlini yaşayanların vecdi, mücâhede edenlerin,
keşf ehlinin meyveleri, münacat edenlerin sırları
ve necata erenlerin üslûbu bilinir.
Bu Kitaba Allah Teâlâ’ya yönelenler için bir
ibret vesilesi, ihlâslı olanlara da yol göstersin
diye “Fevâihu’l‐cemâl ve fevâtihu’l‐celâl”,
ismini verdim.
“La ilahe illa’llah Muhammedu’rrasûlüllah”,
diyen herkese ve bütün Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem ümmetine dünya
ve ahirette, af, afiyet, mağfiret ve rahmet
diliyorum. Bütün mahlûkata da hidâyet istiyorum.
Muhakkak Allah Teâlâ, Kerim, Mennân,
Mecîd ve Hannân’dır.109
Allah Teâlâ’ya hamd, seçtiği değerli kullarına
da selâm olsun.