Havâtır (İlhâmlar)3
Havâtır (İlhâmlar)
Hâtırı nefs Hâtırı şeytan arasındaki fark
Hâtırı Hakk ile Hâtırı nefs arasındaki fark
Hâtır‐ı Hakk’a, Hâtır‐ı kalb ile hâtır‐ı melek dâhildir.
Hâtır‐ı nefs, hâtır‐ı şeytana dâhil değildir. Aralarında biraz fark vardır.
Hâtır‐ı kalb ve hâtır‐ı melek Aziz ve celîl olan Allah Teâlâ’nın izniyledir. Bu ikisi günah işlemeyen, Allah Teâlâ’nın kendilerine emrettiği şeyi yapan ve O’na karşı gelmeyen iki melektir “Saf hâtır‐ı Hakk” ilhamla olur. İlhamı da sahihtir. Gelen ilhama akıl, nefs, şeytan, kalp ve melek itiraz edemez ve reddedemez. Bazen bu ilham gaybet hâlinde iken gelir. O zaman daha net bir şekilde hissedilir ve zevk hâline daha yakın olur.
Bundaki sır ve incelik, Hakkânî havâtırın ilm‐i ledünnî olmasıdır. Yani ilham gerçekte hâtır değildir, Allah Teâlâ’nın ruhlara “elest bezmi”nde “Ben sizin Rabbınız değil miyim” diye hitap ettiği ve “Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti...” âyetinin işaret ettiği ezelî ilimdir. Ruhlar da bunu böyle öğrendi. Ruhlar,ilm‐i ledünnîyi şu anda da öğrenebilecek durumdadırlar. Ancak bu ilim, bazen vücut ve varlık karanlığı ile örtülür. Seyyâr, vücuttan uzaklaşıp gâib olup temizlendiği zaman ledünnî ilim veya onun hüküm ve hikmetlerinden birhikmet ortaya çıkar. Bu ilim ilhamdır. Seyyâr daha sonra beraberinde bu ilim ve ilham olduğu halde tekrar vücuduna döner. Artık bu vücut, toz ve kirden görünmez hâle gelen bir tahtadaki tozların silinmesiyle yeniden yazının okunur hale gelmesine benzemektedir.
Örnek
Bir kere gaybet hâlinde iken Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi yanında Hz. Ali kerreme’llâhü veche olduğu halde gördüm. Hemen koşup Hz. Ali kerreme’llâhü veçhenin elini tutup musafaha ettim. O anda bana ilham geldi: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden gelen haberlerde şu şekilde bir şey işitir gibi oldum. “Kim Ali ile musafaha ederse Cennete girer”Döndüm Hz. Ali kerreme’llâhü veçheye “Bu hadis sahih midir?” diye sormaya başladım. “Evet, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem doğru söylemiştir, Resûlüllah doğru söylemiştir. Benimle musafaha eden Cennete girer” dedi.
Ek:
Velilerin ruhlarının nebilerin ruhlarından istifade edişleri gibi tâbi olan ruhlar şerefli ruhlardan bilgi alırlar. Bu bilgi alışverişi şu anda da devam etmektedir. Fakat bu şehadet âleminde değil gayb âlemindedir. Seyyâr varlığından gâib olunca bunu tadar ve hisseder. İlham, bazen huzur hâlinde de vaki olur. Fakat bu tip ilham önceki şekilden, gaybet hâlinde iken vaki olan ilhamdan daha kapalı ve gizlidir. Bununla beraber, içteki olan şeyler yani nefis, ruh ve şeytan ona itiraz edemez, organlar ona teslim olur, nefisler boyun eğer, gönüller onunla ferahlar ve kalpler tatmin olur. Nefsin istememesine rağmen Hâtır‐ı Melek sürekli olarak iyi ve yararlı olan şeyleri teşvik eder. Ancak nefis tezkiye olup arındığı zaman hatırların farkları kendisine gizli kalmaz, (hâtır‐ı melek midir, hâtır‐ı şeytan mıdır bunu ayırt eder). Hâtırı Kalp, Hâtırı melek gibidir. Ancak kalp melekden şu özelliklerle ayrılır: Şehvette, şevkte, haninde, tayşte, tayarânda, insıbabda, rağbette muhabbette, aşkda, valeh, cünûn ve Hakk’da cünûn’da. Müminlerin meleklerden daha üstün oluşunun sebebi de buradadır.
Örnek
Ebu Hasan Harakanî kaddese’llâhü sırrahu’lazîz şunu dedi: “Bir gün öğle üzeri arşa yükseldim, tavaf etmeye başladım. Bin veya bine yakın tavaf ettim. Bu esnada arşın etrafında, tavaflarını beğenmediğim halde benim tavaflarımın süratinden şaşıran sakin ve mutmain bir topluluk gördüm ve sordum:“Kimsiniz, tavafınızdaki bu soğukluk ve ağırlık nedir.?” “Biz meleğiz dediler, biz nuruz, tabiatımız böyledir. Bundan daha farklı bir şey yapmaya gücümüz yetmez”, dediler. Bu defa onlar; “Sen kimsin, tavafındaki bu sürat ve hareket nedir?” “Ben âdemoğluyum. Bende nur ve nâr özelliği vardır. Süratim ise şevk ateşinin sonucudur” Onun için melekler için asla arzu ve şehvet düşünülmez.
Ek:
Hâtır‐ı nefs, rahat ve istirahat sonucunu meydana getiren bir hatırdır. Temizlense, arınsa ve teslim olsa bile durum değişmez. Ancak temizlendiği zaman istirahatını ibadet sınıflarında ve hayır işlerinde yapar, rahatını bu gibi yerlerde arar ve bulur. Habis ve pis olduğu zaman ise kötülüğü emreder.27 Temizlendikten sonra hâtır‐ı nefs yine iyi olur. Bunun da alâmeti kendisinden emin olduğu halde kalbin rahatlık, ferahlık ve tatmin bulmasıdır. Tezkiye edilmeyip temizlenmediği zaman ise hâtır kötü
olur. Bunun da alâmeti kalbin elem, ruhun da bir sıkıntı, organlarında bir sızlama nefsde bir korku bulunmasıdır. Muhakkak nefis, iğne veya yumurta çalan çocuğun korkusundan suçu inkâr etmesi gibi korkaktır, inkârcıdır. Böyle bir nefse sahip olan kimse iki cihanın ve içinde var olan şeylerin kendisine itiraz ettiğini hisseder.
Hâtır‐ı şeytan, bazen ibadet şekillerinde, hayırlı iş çeşitlerinde, kuvvet ve keramet arzusunda olur. Bu durum, kişi gerçekten ihlâs sahibi oluncaya kadar devam eder. Kişi ihlâs sahibi
Ey sevgili, ihlâslı ol! Eğer ihlâs üzere isen kesinlikle kendini ihlâs makamında görmemelisin. Çünkü bu da ihlâsın için bir kusurdur. Eğer böyle olursan şeytan iç dünyana girer.
Hâtırı şeytanın alâmeti
Bu nevi bir hatır geldiği zaman telaş verir, acele ettirir. Buna karşı kalbinde bir rahatlık bulamazsın. Karanlıklarla karşı karşıya kalmışsın gibi, olursun, riya ile haşir‐neşir olursun, Hakk’ın dışındaki şeylere yönelirsin. Onun sana gelişi sebebiyle organların kırılıp parçalanır.
Şeytanın Hak Yola Hizmeti
Allah Teâlâ bazen, işindeki incelik ve hikmetin gereği olarak şeytan vasıtası ile kullarını kurb makamına ulaştırır. Şeytan halka karşı riya gayesi ile o kulların kalplerine ibadet sevgisini yerleştirir. Böyleceonlar da halkın iltifatı için ibadet ederler. Halkın onlara iltifatı ve ilgisi arttıkça ibadete olan rağbetleri de artar. Bunun tadını aldıktan sonra gerçek kulluğun deryasına dalarlar. Diğer taraftan ibadet sadece Hakk için olmak ister, başka türlü olmaktan kaçınır. Bu şekilde zikirlerle Hakk’a ibadet etmenin lezzetini tadarlar. İlimler, sırlar ve nur nevinden olan zikir ve
Hikâye
Nakledilir ki, Hz. İsa aleyhisselâm bir gün başını bir tuğlanın üzerine koyarak uyumuştu. Korku ile uyanınca laîn şeytanı başucunda görünce: “Niçin yanıma geldin? Ne işin var” diye sordu. Şeytan
Örnek
Bir gün halvette dünyadan kesilmiş Allah Teâlâ ile olarak zikirle meşgulken lâin şeytan geldi. Halvet ve zikir hayatımı karıştırıp bozmak için hile ve tuzaklarını artırdı. O anda elimde bir himmet kılıcı hâsıl oldu. Ucundan kabzasına kadar üzerinde: “Allah”, “Allah” kelimeleri yazılı idi. O kılıçla, beni meşgul eden ve Allah Teâlâ’yı zikirden alıkoyan düşünceleri kovuyordum. O anda kalbime “Hıyelu’l‐merîd ale’lmürîd” (Azgın şeytanın mürid için kurduğu tuzaklar) ismi ile halvette bir kitap yazmak hatırıma geldi. Şeyhim izni olmadan böyle bir kitap yazmam sahih olmaz, dedim. Benimle şeyhim arasındaki rabıtanın sıhhatli olması sebebiyle gaibte (rabıta yolu ile) danışınca, sesini işittim. Şunu dedi: “Bu düşünceyi bırak. Allah Teâlâ bundan uzaktır. Bu düşünce şeytandandır. Şeytan, kendisine merid (azgın ve inatcı gibi çirkin ve kötü) bir isim verdi. Böylece şeytan kendine sövmez (kötü isim vermez) zannettin onun böyle yapacağını uzak bir ihtimal saydın. Gayesi seni (kitap yazmakla) meşgul edip Hakk’ı zikirden alıkoymak ve işini sarpa sarmaktır”. Bunun üzerine uyandım ve vazgeçtim.
Ek:
Gönlünün fezasında veya kalbinde bir hatır hissettiğin zaman hemen şeyhinle müşavere et. O, bu hâtır‐ı Hakk’tır derse, bil ki, o öyledir. Bu hâtır‐ı nefsdir ve şudur, budur dediği zaman iyi bil ki onun söylediği doğrudur. İşte zevke ulaşıncaya kadar senin için kaide bu yol ve usûldür. Zevke vasıl olduğun zaman hatırı tadar, tanır ve (hak) hatır ile (hak) hatır olmayan arasındaki farkı görürsün. Bu petekteki bal ile Ebucehil Karpuzu arasındaki fark tatmakla bilindiği gibidir. Bunların farkını kelimelerle anlatmak oldukça zordur.
Meselâ: Sen fark konusunda: şu tatlıdır şu da acıdır diyeceksin. Ama o zaman sana sorulur. “Acı ve tatlı nedir? Bunları tarif et!” Bu defa, sadece alâmet ve neticelerini hatırlayıp anlatmadan öte, acılığın ve tatlılığın hakikatini izah edemezsin onun için şu şekilde diyeceksin: “Acı, nefsin kendisinden tiksindiği, kaçındığı, sıkıldığı ve hoşuna gitmediği şeydir. Tatlı ise nefsin hoşlandığı ve ferahladığı şeydir. Veya derki; bu hoştur muvafıktır, şu muhaliftir, hoş değildir, bu keser, ayırır ve rahatsız eder. Şu onarır, bir araya getirir, teskin eder. Bunu mide kabul eder, şunu kabul etmez, v.s..” Böylece acı ile tatlıyı anlatmaya çalışırsın. İki çeşit acı ile iki türlü tatlı arasındaki farkı, zevk‐i Selim bulunduğu müddetçe ayırt etmek mümkündür. Fakat bu zevk bozulursa o takdirde bazen tatlıyı acı bulursun. Bu konuda şair
Mesele;
Evet, teklif düşer. Yani, teklif, meşakkat manasına gelen külfetten alınmış olması manasında düşer. Zira veliler külfet ve meşakkat olmaksızın ibadet ederler, tersine, ibadetten zevk alır, bundan
Hikâye
Hadramî rahimehullah dedi ki: “Bir kısım insanlar ‘benim hululi’ olduğumu söylüyorlar. Ben ise kullardan tekliflerin düşeceğini söylüyorum. Peki, Allah Teâlâ’dan başka bir varlık görmediğimhalde nasıl ‘ben hululi’ olabiliyorum? Çocukluğumdan bugüne kadar hiç kaçırmadığım virdim ve zikrim olduğu halde teklifin düştüğünü nasıl söyleyebilirim? Evet, ama ben şunu demek: istiyorum: Allah’ın has kullarının ibadetinde külfet yoktur.”
Zevk tebdil (Değişim)
Müşahede ile zevk beraber bulunurlar. Ancak müşahedenin sebebi, kalbi kaplayan perdenin kaldırılmasıyla kalp gözünün açılması, zevkin sebebi ise vücut ve ruhların değiştirilmesidir.
Nazar (tefekkür ve istidlal) ise avcının köpeğine benzer: Varlıklardan bizzat manalar geldiğinde, akıl hemen tasavvur ve hayal etme gücünü onların üzerine atar veya nazar köpeğini onların peşine takar, arkalarında koşturur, böylece onları tasavvur ve hayal etme gücünün dişleri ile avlar. Daha sonra üzerinde aklın tasarruf etmesi için hafıza ve hatıra gücü o manaları muhafaza eder. Tâki akıl onlara yani, manalara “nerede” “ne oldular” diye sorar. Sonra akıl bu manalar üzerinde hükmeder, hayretini giderir.
Muhayyile gücü bir manayı, o manaya lâyıkbir kıyafet içinde hayal eder, tasavvur gücü omanaya suret ve şekil verir. Meselâ:
Âdi bir düşman, köpek suretinde,
Haysiyetli bir düşman, aslan şeklinde,
Büyük adam, dağ biçiminde,
Padişah, deniz halinde,
Faydalı bir adam, meyveli ağaç şeklinde,
Faydasız adam, meyvesiz ağaç biçiminde,
Fayda ve rızık, yemek halinde,
Dünya, necaset ve koca karı vaziyetinde...
Tasavvur edilir, böyle suretlerde görülür. Tabir ilmindeki sır budur. Akıl ihtiyacını, haddini ve sürüp uzaklaştırma işini yerine getirip, tam bir hayret içinde kaldığı zaman, kendisine, “gördüğünden, işittiğinden, tattığından ve bulduğundan başka bir varlık yoktur”, diyen ilk his ve idrâkin ona yalan söylediğini derhal anlar. Hâlbuki daha evvel akıl bu ilk hisle uzun süre arkadaşlık etmiş, arızî de olsa onu durmadan tasdik etmişti. Şimdi başka bir ilim, manevî ve ulvî diğer bir his bulunca, akıl onu tasdik etmiştir. Öyle ki, bu gaybî hissi inkâr edecek olsa, gaybın rakipleri, ona, hakikatlerin var olduğunu iddia edenlerin Sofistlere yaptıkları işi tatbik ederler. (Eşyanın hakikatlerini inkâr eden) Sofistlerin karnı bıçakla dürtülür, kafası dövülür, kılıçla vurulur ve bağlanır. Böylece acı duysun da hakikatleri tasdik etsin, diye zorlanır. Bunu bilince, akıl ilk hissi ve idrâki yalanlar, ondan yüz çevirir, hissi şeyleri avlamaktan geri durur. Uzun bir süre sonra tasarruf gücü zayıflar. Böylece suret ve hayal âlemine yani maddi âleme karşı bir bıkkınlık haline düşer. Netice olarak da av köpeklerini ve ağlarını avlanma işinde kullanamaz hale gelir. (Hayal etme ve tasavvur gücü ile dış âlemde faaliyet göster mez). Bunun üzerine manalar zuhur eder. Zira bu manalarla basiret arasında rabıta elbisesi vardır Sonra bu manalar da mana kaynağında yok olur. Bu kaynak ta kalptir. Olay bir renk üzerinde tamam hâle gelir. Bu renk ise kalbin hayat ve canlılığının sembolü olan yeşil rengidir. Bu renkten sonra akîk taşının rengi kalır. Bu da akl‐ı kebîrin (büyük akıl) rengidir. Bir kimse akl‐ıkebîrin rengi ile muttasıf olursa, bu akıl sahibini var olmasını istediği şeyi yapmaya sevk eder. Sahibi istesin veya istemesin meydana gelmesini arzu etmediği her şeye de engel olur. Daha açıkçası, ona hiç bir konuda karşı duramaz. Hakikatte sen de ateşten sakınman şartı ile rahattan kaçınmazsın. Bu renk zorluktan sonraki kolaylıkla ortaya çıkar. Buradaki zorluk mücâhedenin zorluğudur. Mücahede eden sıdk ile ihlâs cephesinde nöbet tutmaya başladığı zaman büyük dağlar gibi üzerine ağır vâridler iner. Bunların altında ezilir, yerin dibine geçer. Buna sabr eder, hiçbir zaman sızlanmaz, bir müddet öyle sakin ve hareketsiz kalır. Bu büyük aklın (akl‐ı kebîr) nun üzerine inmesi gerçeği budur. Akl‐ı kebîrin rengi alın hizasında, üzerinde akik taşı kadar kırmızı noktalar olan siyah bir levha gibi görülür. Perdesini yırttığı nispette büyür, küçülür. Bu perde perdelerin en sağlam ve yırtılması en zor olanıdır. Bu rengi gaybet halinde gördüğü zaman renk Seyyârı dağıtır, parçalar, sarsar ve silkeler. Bunun da sebebi şudur: Zayıf olan, kuvvetli olana nazar etmeye takat yetirememesidir. Fakat bu durum ilk zamanlar değil (tasavvufî hayatın) sonlarında meydana gelir.