ali çeker
Ülkeler adaletle korunur!

Hal-Makam-Vakt6

HÂL MAKÂM VAKT ARASINDAKİ FARKLAR

Hâl

Deriz ki, hâl, yiyecek içecek ve binektir. Seyyâr bunlarla güçlenir. Küllî ve hakikî matluba giden manevî yolculuğunda ona yardım ederler. Güç ve kuvvet olmadan yolculuk yapmak haramdır. Güç, kuvvet ve takat sufîlere göre mal ve hâl ile olur. Hâl, şehvetin nefsin, kalbin veya ruhun kuvvetidir. Mal ise bilindiği gibi sadece nefis ve şehveti takviye eden bir şeydir. Tabiatıyla hâl, daha kuvvetli bir güç ve takattir. Çünkü hâl; “baki olandan, baki olanda ve baki olana”; mal ise  “fâni olandan, fânî olanda ve fâni olana” verilen bir kuvvettir. Buradaki “bakî olandan”, Hakk’tan olandan, demektir. Bu elçi olarak gelen kimseye sultanın ikramı gibidir. “Bakî olanda”, ifadesinden kalp ve ruhu kastediyorum. (Yukarda hâlin kuvvetinden söz ederken nefis ve şehveti de kalp ve ruhun yanınailâve etmiştik). Şimdi şu şekilde bir soru sorulabilir: “Nefis ve şehvetin de baki olma özelliği var mı ki bunu aynı tasnife soktunuz?”

 

 Cevap olarak deriz ki: Nefis bu gayeyi kendisine gaye edinirse, tezkiye edilir, temize çıkar. Temizlenen kendini kınar (nefsi levvâme), kınayan zikreder, tatmin olur ve kalbe dönüşür. Şehvet te bunun gibidir, fâniden bakîye indiği sürece kalbte şevk, özlem ve rağbet hâline gelir. O zaman kalbten at iniltisine benzer bir ses işitir. Bu nefse takvanın ilham edilmesinin ve şeytanın müslüman oluşunun sırrıdır. “Fâniden, fânide, fâniye”, ifadesine gelince, “fâniden”, maldan demektir, mal fânide olan bir fânidir. Ve mal nefis ve şehvetin kuvvetidir. Her ikisi de fânidir. Bunlar doğru yönden ve hak yoldan çıktıkları zaman heybet sahralarında yok olur giderler. Burada şu şekilde bir soru daha sorulabilir:

Heybet kalp ve ruha (giden) yolda değil midir?

 

Cevap olarak deriz ki: Evet, fakat kalp ve ruh, ikisi sadece Hakk’ı arayan, O’na âsi olmayan ve O’nun emrettiğinin dışında bir şey yapmayan Hakk’ı talepte cehd sarfeden iki haktır. Heybet parıltıları bunların üzerine doğduğu zaman, fazilet, rahmet ve cemâl nurları ikisine de kavuşur. Allah Teâlâ’nın lütuf ve ihsanı olarak bulundukları yerde korku ve endişe hissetmezler. Hevâ ve şehvet kalp ve ruhla beraber olmak istediği ve heybet varidi ile onları sevk ettiği zaman, inâbe (günahı terk ve yönelmen)in hakikati ve heva ve şehvette Allah Teâlâ’ya sığınmanın sırrı ortaya çıkar. Bundan sonra hevâ ve şehvet kalp ve ruhun eteklerine yapışırlar, böylece, ruhların ruhu ve kalplerin kalbine beslenen hüsni zanla beraber, kalpte ve ruhta tevekkül, rıza, tefviz, teslimiyet havi ve kuvvetten teberinin (yüz çevirmenin) sırrı ortaya çıkar. O zaman cemâlin nuru ve rahmeti ona kavuşur ve onunla dost olur. Artık kalp ve ruh Rabb’i ile hevâ ve şehvet te kalp ve ruhla bakî olur. Böylece hepsi de kurtulmuş olurlar. “Aynı zamanda onlar öyle bir Kavimdirler ki, onlarla oturup kalkan bedbaht olmaz.” Bu, arkadaşlığın sırrı yolda belli olur, demektir.

 

Makam

Makam, yolculuk yorgunluğunu atmak için istirahat ve konaklamaktır. Hâl, yolculuğun sebepleriyse, makam yoldaki konaklar gibidir. Şu şekilde diyebiliriz: Hâl, kuşun iki kanadı, makam ise yuvası gibidir. Seyyâr için, bir manadan fışkıran tek bir halette iki muhtelif kuvvetin bulunması şarttır. Seyyâr ister yolun başında olsun, ister ortasında isterse sonunda olsun durum değişmez. İşe yeni başlayan kimse yol çocuğudur. Ortada olan olgun kişidir. Sona kavuşmuş olan ise yol şeyhidir(ihtiyar). Bu iki kuvvet terazinin kefeleri gibi eşit olmalıdır. Bu sırrın keşfedilmesinden mizan (kavramı) tecelli eder. Bu da şu sözle bilinir:  “Sırat kıldan ince, kılıçtan keskincedir”. Yavrunun kanadı, orta yaşlının kanadı gibi, orta yaşlının kanadı da müntehinin kanadı gibi değildir. Artık herkesin kanadı ile buas kuşunun (Küçük Kuş) kanadını, buna kıyas et. Yavrunun kanatları havfrecâ, (KorkuÜmit) Orta yaşlının kanatları kabzbast, (DarlıkGenişlik) İhtiyarın kanatları ise üns ve heybet (Yakınlık sevinciUzaklaşma Korkusu)tir. Onlardan sonra marifet, muhabbet fenâbekâ, vaslfasl, sahvsekr, mahvisbat kanatlarına yükselir (ve bu kanatlarla uçar). Bu iki kanatla uçabilmek için her ikisinin de zat ve hareketleri yönünden eşit olması gerekir. Kanatların ya zatları veya sıfatları değişik olursa, bu Seyyârı ve bu kanatla uçanı da değişikliğe uğratır. Çünkü ağır olan taraf aşağıya doğru çeker, hafif olan taraf yukarı doğru çıkarır. Ve dengesi bozulur. Biri diğerinden kuvvetli olursa, kuvvetli olan öne geçer diğeri geride kalır. Bu ise Seyyârın durmasına sebep olur. Eğer iki kanattan biri öbüründen daha hareketli ise, bu farklılık, kılıçtan ince olan sıratı müstakim ve doğru yoldan sapmaya sebebtir. Bu yol kıldan incedir. Kıl kadar olsaydı sapmamak için bir genişlik mevcut olurdu. Bir kimsenin havf (Korku) tarafı reca (Ümit) tarafına ağır basarsa, karakış gibi soğuk fikirlere düşer. Aksine, reca havfa nazaran ağır basarsa müstakimden yuvarlanarak “aldanma cehennemi”ne düşer. “Adil olan Hakk’ın sıfatı, azabı şiddetli, lutfu bol olmaktadır.” Şu halde Allah Teâlâ’nın azabı Seyyârın havf kanadına, lutfu ise reca kanadına sahip olmasını gerektirmektedir.

İyi bil ki! Bu iki kanat çocuk meydanındadır, bunlar onda düzelmedikçe değişmezler. İstikamet ve düzgünlük köprüden geçiş sebebidir. Ya günah işlenerek ayak sürçer, korku artar veya ibadetine aldanır, böylece ayağı kayar, bir daha geçişe tamah ve gayret etmez. Çocukların âdeti böyledir. Bir müddet karakışa benzeyen havf ta, bir müddet cehenneme benzeyen recanın sıcaklığında, kalırlar bir müddet orada müstakim ve düzgün hale gelirler. Bu onların zaaf ve eksikliklerinden ileri gelir. “Havf ve reca” (KorkuÜmit) makamındaki, “telvîn” (halden hale geçiş) makamı budur. Her makam ve hâl sahibinin de başlangıçta renkli sonuçta ise müstakim ve yerleşmiş olması kaçınılmazdır. “İstikamet ve temkin (durulma)” hâsıl olunca, Sırat’tan geçmek de imkân dâhiline girmiş olur.

Havf ve reca (KorkuÜmit) makamındaki istikamet tamamlanınca Seyyâr orta yaşlılık sınırlarının başlangıç noktasına ulaşır. Bu da kabz ve basttır. Kabz ve bastın da şartları vardır. Bunlarla ilgili açıklamalar, havf ve recada olduğu gibidir. Kabz ve bast orta yaşlı kimsenin iki kanadı haline gelmiş ve onun işlerini dengeleyen bir terazi gibi olmuş, ikisi arasında bir yol teşkil etmiş ondan sağa veya sola sapmak Seyyâr için bir sıcaklık veya soğukluk halini atmıştır. Zira bunun sebebi her ikisinde yani kabz ve bastın havf ve recadan, derece yönünden bir mertebe üstün oluşudur. Sebebi de şudur: Havf ve recanın (KorkuÜmit) sebebi ilimdir, kabz ve bastın sebebi işe Seyyârdaki kadîm kudretin tasarrufudur. Seyyârdaki ilme, unutmak veya ilmin zıddı, muhalifi olan şeylerle meşgul olmak, gibi âfetler arız olur. Bununla beraber ilim irâde sahibinin bir fiilidir. Hâlbuki kabz ve basta böyle bir tehlike yol bulmaz. Kadîm kudretten kaynaklandığı için bir arıza bir engel v.b. âfet söz konusu değildir. Zaten o noktada Seyyârın değil, “Vâhidu’lkahhar olan Allah’ın irâde ve dilemesi geçerlidir” Bir diğer fark da şudur: Kabz ve bastın zevki hem kalp için hem de vücut için geçerlidir. Hâlbuki havf ve recanın zevki vücutta hissedilmez sadece kalple duyulur ve tadılır. Şu şekilde bir soru sorulsa: “Anlaşıldı ki havf ve recâyı bir tek hal olarak görmek ikisi arasında bir istikametin varlığını kabul etmek mümkün olmaktadır. Acababu durum bir araya gelmez iki zıt olmakla beraber, kabz ve bastda mümkün müdür?”

 

Cevap olarak deriz ki: Bu meydana girişin ilk günlerinde kalp bazen iz ve eseri yüzde görülecek şekilde bast hâlinde, bazen da yine izleri yüzde tezahür edecek şekilde kabz hâlinde olur. Bu, kabz ve bast meydanındaki “telvîn” 48 makamıdır. Müstakim olan kimse burada hem kabz hem de bast hâli içinde olur. Fakat cahil bir kimse onu gördüğünde sadece kabz hâlinde olduğunu, hâlden anlayan bir kimse onu gördüğünde hemen onun içinde bast cevheri bulunan bir kabz haliiçinde olduğunu alnından okur. Çünkü o şahıs onun ulaştığı makama daha önce ulaşmış, onun tattığını tatmıştır. Bunun sebebi şudur: Allah Teâlâ’nın has kulları bütün manevî hazine ve definelerin yerlerini bilseler ve bunların ebedî olarak bitmez tükenmez bir şekilde devam edeceğini öğrenseler bile yine yanlarındaki ile kanâat eder, bununla sevinir. Daha fazlasını aramak için yola çıkarlar ama vakara yapışırlar, sırların ağyara zahir olmasından korktukları ve bunu kıskandıkları için o hazineleri açıklamaktan kaçınırlar. Ceberut ve kibriya sıfatları onları yüceltir onlar ise, cemâl ve rahmet sıfatlarını gizlerler. Sanki hatırlama, ağır davranma ve vakardaki şiddetten dolayı zincirle bağlanmış gibi bedenleriyle kabz halindedirler. Rüzgârın estiği bir yerde güzel koku satan kimse gibi de ruhlarıyla bast halindedirler. Şu şekilde bir soru sorulsa:Heybet ve ceberûtun onları yükseltmesi, 48 Telvin: sözlük anlamı renklerdir. Tasavvuftaki anlamı ise "halden hale geçmek" demektir. 72 Fevâihu’lCemâl ve Fevâtihu’lCelâl onların ise cemâl, fazl ve rahmet sıfatlarını gizlemelerini gerektiren şey nedir?

 

Cevap olarak deriz ki: Cemâl fazl ve rahmet sıfatları haremdeki asalet sahibi güzel ve nazlı kadınlardır. Perde ve peçe ile örtünürler ki, yabancılar onlara tamah edip de fitneye düşürmesin. Şu şekilde sorulsa: Peki, bu heybet ve ceberut istenilen ve makbul değil midir?

 

Cevap olarak deriz ki: Tabii. Fakat ağyar onların manalarını değil suretlerini görür. Suretleri ise yılan, aslan ve akrep gibi korkunçtur. Ağyar bu tip şeylerden uzak dururlar. Hâlbuki cemâl sıfatlarında durum bunun tersinedir. Cemâl sıfatların celâl sıfatlara nispeti suret ve dış güzellikleri yönünden kadınerkek arasındaki güzelliğe benzer. Mana itibariyle ise, durum bunun tersidir, (Erkek kadından, celâl cemâldan daha güzeldir).

 

Sözler ve Haller

Cüneyd Bağdadî kaddese’llâhü ruhâhû dedi ki: “İçinde olduğumuz durumu sultanlar bilseydi, o hali elde etmek için muhakkak bize kılıçlarıyla savaş açarlardı”. Denildi ki; Cüneyd bir gün bir kısım dostlarının semâ meclisinde bulunuyordu. Dervişler coştu ve raksa kalktılar. Cüneyd yerinden hiç kımıldamadı. Bu durumu gören müridler onun raksı haram saydığını zannettiler. Ve raksa kalkmamasının sebebini sordular. Cüneyd şu âyet ile bu soruya karşılık verdi: “Dağları görür, onları hareketsiz donmuş zannedersin. Hâlbuki onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler...”

Raks eden şahsa bast malik olur ve onu hâkimiyeti altına alır. Şeyhe ise hiçbir şey hâkim olamaz, aksine o hallere mâlik ve hâkim olur. Yine bir gün Ebu Hasan Nuri  semâ meclisinde bulunduğu sırada dostları raks ve deverana başladılar. O hiç yerinden kalkmadı. Cansız bir varlıkmış gibi hiç kımıldamadı. Yanındakiler semâdan etkilenmediğini zannettiler. Bir müddet sonra alnından ter boşandı ve rengi uçtu. Renginin uçması, o andaki haletinin yükselerek zirveye ulaşmasına işaretti. Hal, nihâyete erdi mi ki haletin (halin) makamı ruhtur. Kan (uçması) da ruhun Arşıdır, o zaman damarlar açılır ve dolar. Halet için orada bir mecal ve dolaşma sahası kalmayınca da fışkırır.

 

KabzBast

Kabz, sadece suret ve hâllere hastır. Çünkü kesafet, şiddet, kasavet ve kuvvet bakımından, eşyanın en dayanıklısı odur. (yani suret ve hâldir). Kabz hâli aynı cinsten olma durumu gerçekleştiği için onu (kuvvet, kasavet... gibi şeyleri) bir araya toplar. Hâlbuki manalar, nurlar, kalpler ve ruhlarda durum böyle değildir. Bunlar latif şeylerdir ve latif oluşlarının kemâl derecede bulunmaları sebebiyledir ki, kibriyanın heybeti ile olan durum müstesna, alma ve bağlama halinden kurtulmuşlardır. Letafete nisbeti sabit olduğu için üns(iyetarkadaşlık) onunla bir araya geldi. Orta yaşlı zat bu iki kanatla şeyh meydanına doğru uçar. Ve orada kabz bast, heybet üns ile yer değiştirir.

 

Heybet ve üns

Heybet ve üns kabz ve bastın bir üst derecesidir. Çünkü heybet ve ünste vicdan, zevk ve müşahede nevinden olan şâhidler daha çoktur. Bastda ise şâhidler azdır. Çünkü kabz ve bastın şâhidleri sadece vicdan ve şevktir. Üns ve heybetin büyüklüğü bu manadadır. Şeyh olan kimse dahi bu iki kanatla sıratı müstakim ve istikametten sapabilir, sağa sola kayar. Bu onun telvini ve temkinidir. Telvîn bazen, kerem, lütuf, rahmet ve fazl gibi cemâl sıfatlarının tecellisi ile olur. Bu halde şeyh ünse gark olur. Bazen da kuvvetli bir tutuş, ezici kuvvet, izzet, büyüklük, yücelik, güç, kudret gibi celâl sıfatlarının tecelli etmesiyle olur. O zaman da şeyh heybet hâline gark olur. Kimi zaman zat tecelli edince ancak o zaman sıfatlar mezcedilmiş hale gelir. Çünkü sıfatların esası ve toplandığı yer zattır.

Hem korkan hem ümid eden İslâm makâmındadır. Kabz ve bast hâlinde olan iman ikân (bilme) makâmındadır. Üns ve heybet sahibi muttaki bir ariftir. Muhsin, ihsan irfan ve takva sahibi olan bukimseye Allah Taâlâ tecellî ettiği zaman kalb ve ruhundan en çok sevdiği bir şey alınsa bile bu durumu o kulun, hoşuna gider. Çünkü bu halin büyüklüğünü ve ululuğunu görmüş ve tatmıştır. Bu sevgi ve muhabbet onun ünsüdür, sevgilinin, onu alışı da heybetidir. Heybet ve ünsten, muhabbet ve marifet kanatlarına ve fenâbekâ kanatlarına yükselir. Daha önce üns ve heybetin şeyhin iki kanadı durumunda olduğunu, bunların Zat’ın tecellisinin netice ve meyveleri olduğunu, şeyhin Zat’a ulaşan ve O’na ulaştıran bir kimse olduğunu, bunun da nihaî gaye olduğunu söylemiş ve sözümüze şunu ilave etmiştik: Kabz ve bast ise sıfatların meyvesidir. Onun için bu noktada Seyyâr orta yaşlı bir kimse durumundadır. Zira sıfatlara vâsıl olmuştur.

 

Havf ve reca

Havf ve reca (KorkuÜmit) sahibi ise çocuktur. Çünkü havf ve reca ilmin meyve ve neticeleridir. Yukarda zikrettiğimiz gibi âfet ve musibetler bu ikisine arız olur. Havfın tam ve mükemmel oluşu devamlı ilimle, kabz ve bastın tamamlılığı ise devamlı olarak yapılan sabır ve şükre bağlıdır. Üns ve heybetin mükemmel oluşunun sebebi de devamlı rızâ ve tefviz (İşi Allah Teâlâ’ya havale etme) dir. Rızâ ve tefviz bazen heybet ve ünsün semere ve neticesi haline dönüşür. Çünkü irâdenin kendisinden alınması suretiyle, ismi aziz olanın nimet ve belalarım gören şeyh, kazaya rıza, nimete şükür, bela karşısında kendi işini ona havale ederek sabretme çaresi ve hükmü ile Hakk’a temellük ederek şunu der: “Sen benim Rabbim ve kâdirimsin. Dilersen beni yaşat istersen öldür.” Marifet ve muhabbet kanatları aynı yerde ve aynı hizada beraberce bulunmazlar. Daima marifet kanadı muhabbet kanadından öndedir. Bununla beraber tıpkı aslına fazlalık ve eksiklikte ortak olan bir şeyin gölgesi gibi ona bitişik ve yapışıktır. Fenâbekâ da böyledir. Kişi başka şeylerden fâni olduğu nispette O’nunla baki olur. O’na ulaştığı oranda diğer şeylerden ayrılır, diğer varlıklardan ayrıldığı ölçüde de O’na bitişir. Şeyh, O’nun dışındaki varlıklar sebebiyle sahv (ayıklık) hâline geldikçe O’nun müşahede şarabı ile tekrar sekr (Sarhoşluk) hâline girer. Hakk onu mahv ettiği nispette var kılar. (Onu ne kadar çok yok ederse, o kadar fazla var kılmış olur). Saydığımız bu mahv, isbat, sahv, sekr makamları fenâbekâdan öncedir.

 

Şevk

Bir soru sorulursa: “Her tabirin bir eşi bir ikinci kanadı var. Peki, şevk’in eşi nedir? Yoksa eşi olmayan tek bir kanat mıdır? Cevap olarak deriz ki: “O muhabbet yerindedir, eşi de irfan dır. Zira irfan miktarınca şevk ve özlem duyulur.

 

İrfan

Üç derece vardır:

Umumun irfanı (İrfanı amme): Zahirdeki âyetlerle delil getirme ve hüküm çıkarmadır.

Havassın irfanı (İrfanı hassa): Hem zahiri âyetler ve hem de gaybte gizli olan âyetlerle delil getirme ve hüküm çıkarmadır.

Hassatu’lhassanın irfanı: Âyetler üstüne âyetlerle delil getirenlerin yoludur. Bu ıtkanın (sağlam yapanların) irfanıdır. Havassu’lhasseden olanlar, her şeyi O’nunla tanımışlardır, yoksa onu hiç bir şeyle tanımış değillerdir. Bu durum su kaynağı, deniz ve ark arasındaki münasebete benzer, Arkı gören, onun suyunu bir yerden aldığını bilir. Bu bir çeşit irfandır. Fakat eksiktir. Çünkü o arka su veren bir yerin olduğunu biliyor, ama bunun miktarını bilmiyor. Acaba o ark gibi midir? Arkın kendisi midir? Yoksa arkın üstünde çok büyük bir şey midir? Bu husus hakkında bilgisi yoktur. Bu durumdaki sâlik, arka kaynaklık eden denize ulaşıncaya kadar arkı takip eder. Denizi görünce bu sefer onun büyüklüğünü ve suyunun bolluğunu garipser, fakat yine de şunu der: Bu deniz büyük ama sonuçta sınırlı olması bakımından o da ark cinsinden bir şeydir. Böylece, denizin büyüklüğü denizin kaynağının büyüklüğüne delil teşkil eder. Bu da bir irfandır.Fakat bu da eksiktir. Çünkü esas kaynağı ve merkezi görmedi. Acaba kaynak bu deniz kadar mıdır ondan büyük müdür, küçük müdür? Bu durum ve bu arayış, bütün denizlerin ve ırmakların kendisinden fışkırdığı esas kaynağa ulaşıncaya kadar devam eder. Deniz ve nehirlerin O’ndan olduğunu şimdi anlar. Hâlbuki daha evvel ark ve deniz vasıtasıyla onu tanımakta idi. Söylemek istediğimiz şudur: Her irfan kendi gücü oranında muhabbet ve şevki beraberinde getirir. Veya şu şekilde diyelim: Talip şevkte yahut marifet muhabbette fâni olur. Çünkü irfan vasfı gerektirir, muhabbet ise vasfı yok eder ve sıfattan daha yüce olmayı gerektirir. Mevcut sıfatta, verimli, meyvede fâni olduğu zaman; bu, tıpkı şevk ve muhabbette irfanın fâni olması gibi olur. Sıfat sürekli olarak vasıflananı ister. Seven kimse sevgide fâni olunca, sevgisi, sevgilisinin sevgisi ile birleşecek ve bütünleşecektir. Artık o zaman ne kuş ne de kanat vardır. Bu takdirde onun uçuşu ve sevgisi kulun Allah Teâlâ’ya olan muhabbeti ile değil Hakk’ın kendisine olan muhabbeti ile Hakk’a aittir:  “Ben sevdiğim kimseyim, sevdiğim kimsede bendir” . “..Ondan başka herşey helak olacaktır...” Şevk, muhabbetin başlangıcıdır. Eksikliği sebebiyle önce teveccühle beraber bulunur. Muhabbet ve aşk hâline gelince teveccühü bırakır ve her yönden her yöne uçan kuş hâline gelir, zira sevgili buradadır, önden, arkadan, üstten, alttan, sağdan, soldan, içten, dıştan uçar. Çünkü sevgili ona her cihetten, her cihette, her cihete doğru, her cihet için ve her cihetten tecelli eder.

 

Sonuç

Hâl seni bir makamdan diğer bir makama nakleden şeydir. Makam ise yorulduğun zaman oturduğun ve dinlendiğin yerdir.

 

Vakt

Vakit keskin bir kılıçtır. Eğer keskin olmasaydı düşünüp taşınıncaya kadar seni beklerdi. Hâlbuki zaman keskin bir kılıç gibi geçip gidiyor, hükmünü icra ediyor.

 

Açıklaması

Sûfî ibnu’lvakttır, vaktin oğludur. Çünkü onunla beraber döner. O, geçmişe de, geleceğe de bakmaz. Çünkü onun geçmişe veya geleceğe bakması, düşünmesi şu andaki vaktinin boşa harcanması demektir. Çok defa da birçok zamanın zayi olmasına yol açar. Bu durum murakabenin sıhhatinin da şartıdır. “Murakabe” mufaala vezninde gelir.53 Dolayısıyla murakabe sevgili olan Hakk ile sûfînin karşılıklı birbirini gözetlemesi demektir. Hayır, şer, başkasına kulak verme ve yönelme çeşidinden kulun yaptığı her şeyi Hakk Taâlâ gözetlemekte ve denetlemektedir. O “Rakîb”(Gözetleyen)dir. Sûfî de belâ ve dostluk türünden üzerime ne gelecek diye Hakk’ı gözetlemekte onun rakibi olmaktadır. Bunları, yolun başında sabır ve şükürle, Yolun ortasında şükür ve isâr (hoş görmek)ile, Başka bir zaman da bütün bunları tek bir hal olarak karşılar. Buhturî dedi ki: “Hangi hâl ve durumda olursam olayım,Leylâ’nın iyiliklerini de kötülüklerini de seviyorum” Bir zamanlar maşuku tarafından sille tokat dövüldükçe, bu, hali ile halka karşı övünen ve gülen bir âşık görmüştüm. Âşık, halinden memnun muşçasına, (Sevgilim) hakkımı vermede ve ödemede hiç de kusur etmiyor, diyordu. Şu şekilde bir söz vardır. “Sûfînin himmeti ayağını ileri geçmez.” Bu sözden sûfînin himmetinin adiliği manasını zannetme! Çünkü sûfînin iki ayağından biri sondadır. Diğeri ise sonsuzluktadır. Dolayısıyla o, hiç bir zaman himmetinden ayrılmaz. Çünkü Seyyâr binicidir, himmeti ise bindiği attır.

 

 

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol