ali çeker
Ülkeler adaletle korunur!

Nefis Mertebeleri5

NEFİS MERTEBELERİ

 

1.Nefsi emmâre: Kötülük emreden nefis. Umumiyetle herkeste bulunur. Karanlıktan ibarettir. Zikirle (karşıkarşıya) kalınca aydınlanır. Çünkü zikir karanlık bir evde tutuşturulmuş olan kandile benzer. O zaman nefs, levvâme olur. Necaset, köpek, domuz, pars, panter, eşek, öküz, fil ve vücutta bulunan bütün diğer kötü şeylerle dolu olduğunu görür.

 

2.Nefsi Levvâme: Bu nefis yırtıcılığın her çeşidinin getirdiği yaralamaları ve pisliklerin her türünün bıraktığıkirleri temizlemek, bu evden kovmak için gayret sarf eder. Onun için durmadan Hakk’ı zikir ve ona tevbe ile meşgul olur. Böylece zikir sultanı onlara gâlib gelir ve oradan dışarı çıkarır.

 

3.Nefsi Mutmainne: Ev süsleninceye kadar, ev eşyası toplamak için durmadan çalışır. Böylece bu eşya ile evziynetleşir, sultanın orada konaklamasına uygun hale gelir ve sultan oraya iner. Sultan gelip Hakk tecellî edince o da tatmin olur.

 

İşaretler

İyi bil ki! nefsi emmârenin müşahede mahallerinde de bir takım alâmet ve işaretleri vardır. O senin önünden doğan zift gibi simsiyah büyük bir daire gibidir. Bir müddet sonra yok olur. O, yine ön tarafından bir bulut gibi tekrar doğar. Daha sonra bu bulut halinde iken yanından ay gibi bir şey zuhur eder. Sonra yine doğar, bu defa hilal gibi bir şey ortaya çıkar. Bu şey, bulutlar arasından uc gösterir ve sonuçta hilal haline gelir. Seyyâr nefsini kınayınca, bu dâire sağ yanaktan, ısısını yanağında hissedecek derecede bir güneş kırmızılığı ile doğar. Bu büyük dâire kimi zaman kulak yönünden, kimi zaman alın istikametinden bazen da başın üstünden doğar. Bu nefsi levvâme akıl dediğimiz şeydir. Nefsi mutmainne için de, müşahede hallerinde alâmetler vardır. Bazen, kendisinden nurların fışkırdığı büyük su kaynaklarındaki dairelere benzer bir şekilde önünden doğuverir. Bazen da onu, gaybet halinde parlak bir ayna gibi saf bir nur olarak yüzünün etrafında görürsün. Bu, yüzüne doğru yükseldiği ve yüz bunda fani olduğu zaman, o zaman senin yüzün nefsi mutmainne olur. Bir başka gaybet hâlinde de onu senden uzak görürsün. Sanki seninle onun dairesi arasında binlerce konak varmış gibi. Ona bir konak yaklaşsan yakar. İyi bil ki! seyr ü sülûkun sonunda yüzde zuhur eden bir takım daireler vardır. Her sağa ve sola bakanda görülen nurdan yapılmış “iki göz dairesi” bunlardandır. İki göz ile iki kaş arasından zuhur eden “Hakk’ın nuru dairesi” de bunlardandır. Yalnız bu dairenin gözde olduğu gibi ortasında nokta yoktur. Bazen gözün iki dairesi bu noktada yok olur. Bazen nokta kalır, daireler yok olur. “Ruh dairesi” ise burun hizasında ortaya çıkar. Dilin nuru ise mutlak nurdur daire değildir. Sırf bir damla halindedir, dairesi yoktur. İşitme nurunun da dairesi yoktur. İki göz dairesinin arkasından ortaya çıkan nurdan iki noktadır.

 

Örnek

Bir gün halvette iken gaybet hâline girdim. Sonra yükseltildim, doğan bir güneşin önüne kadar getirildim. Onun şiddetli ve büyük kuvvetine göğüs gerdikten sonra güneşe sokuldum. Sonra bunu şeyhim Ammar Yasir kaddese’llâhü sırrahu’l azîze sordum. “Elhamdülillâh” dedi. “Ben de bu gece ikimiz birlikte Mekke’ye gittiğimizi gördüm. Güneş göğün tam ortasında olduğu bir sırada Mekke’de Haremi şerifte bana şöyle dedin”. “Ey Şeyh ben kimim?”, “Beni tanıyor musun?” “Sen kimsin”, dedim. Bunun üzerine sen: “Ben gökteki şu güneşim” diye karşılık verdin”. Bu iki olayın birbirine uygun düşmesine şeyhimAmmar memnun oldu. Sevindi ve bana şu hâlini anlattı: “Kalb âlemine sokuldum, geceleri Allah Teâlâ için mücâhede ettim. Gökyüzü içime girinceye kadar devamlı olarak ona bakıyordum hatta kendimi zevken gökyüzü olarak hissediyordum” Başka geceler de onu şu anda yukarda gördüğüm gibi kendi altımda görünceye kadar ona bakardım. Başka gecelerde de arza bakar, acaba o nedir, diyerek onu açıklamaya çalışırdım. Nurdan bir dâirede fâni oluncaya kadar bu halim sürüp giderdi”.

 

Açıklama

Bu hallerden ilmin alacağı hisse şudur. Kudsî ruh latiftir, semavîdir. Himmet kuvveti ile dolup taştığı zaman, semâya bitişir ve semâ onda gark olur. Aslında ruh ile semâ aynı şeydir. Bu ruh, sürekli olarak uçar, yükselir, beslenir ve gelişir, semânın şerefinden daha üstün bir şeref kazanmak için bu hal devam eder. Sonuçta semânın üstüne çıkar.

 

Açıklama

Veya şu şekilde diyebiliriz: “Her bir maden sahibi, kendi cinsinden olan cevheri arar.” İrâdesi ve talebi samimi ve ciddi olursa aslı bulur ve ona kavuşur. Semâyı, altında ve içinde, ancak şu hallerden sonra gördüm: “Ben hangi şey için semâda veya semâdan daha büyük olan şeyde veya semânın üstünde ki bu benim üstümde var olan şeye göre değişir değilim?”, diye içimde bir bir istek ve azarlama hali kâim oldu. Bunun üzerine, madenlerine karşı özlem duyan garip cevherler, samimi olarak âh ve inilti haline girdiler ve ben de oraya ulaştım. Arzın, kendisinde fânî olduğu daire ise “kudret dairesi” dir.

 

MÜŞAHEDE KISIMLARI

Müşahede İki türlüdür: (Ednâ ve  A’la)

 

1.Ednâ (en düşük yerdeki) müşahede: Arz’da bulunan şeylerle ilgili olan müşahededir. Bununla şehâdet âlemindeki yeryüzü değil gayb âlemindekini kastediyorum: O arzdaki şekiller, renkler, denizler, ateşler, çöller,şehirler, köyler, köşkler v.s. gibi şeylerin temaşası bu müşahedeye dâhildir.

 

2.A’la (en yüksek, yukardaki) müşahede: Gökyüzünde bulunan varlıklarla ilgili müşahededir. Güneş, ay yıldızlar, burçlar, ay yörüngesi vs..  ve sadece bir kısmını görüp müşahede ettiğin her şey bu kısma dâhildir. Nitekim şu şekilde demiştik: “Cevher, sadece kendi madenini müşahede eder. Cevher, sadece kendi madenini arzu eder, ancak kendi madenine özlem duyar”. Şâyet, gökyüzünü, yeryüzünü, güneşi, yıldızları ve ayı müşahede edersen bil ki, o madenden sende var olan bir parça temizlenmiş demektir (Bu temizleme olmasaydı, müşahede vaki olmazdı). Gaybet hâlinde iken müşahede ettiğin gökyüzünü;semâyı şu gördüğün semâ zannetme. Gayb âleminde daha latîf daha yeşil, daha saf daha parlak sayısız ve hesapsız gökler vardır. Kendi iç saflığını artırdıkça ve ilerlettikçe gökyüzü de sana daha açık, güzel ve saf görünür. Bu durumun Allah Teâlâ’nın safasını seyredinceye kadar devam eder. Allah Teâlâ’nın safasında seyr, seyr ü sülûkun sonudur. Aslında ise Allah Teâlâ’nın safasının sonu yoktur. Sakın ulaştığın makamın arkasında ondan daha başka makamların olmadığını zannetme!

 

Rabbânî Huzurdaki Tecelliler

İyi bil ki! Allah Teâlâ’nın bir takım huzur tecelligâhları vardır. Bunlar sıfatların tecelli ettiği yerlerdir. Bir huzur yerini, diğerinden hâlinle ayırt edebilirsin. Bu makama yükseldiğin zaman, elinde olmaksızın dilinden o huzur yerinin ve onunla ismi ve sıfatı çıkıverir. Sonra huzur yerine ve tecelli sıfatına ulaşırsın. O zaman Allah Teâlâ’yı onunla tesbih edersin. Bir defasında “Sübhâne aliyyü’lkebîr” (Yüce ve büyük Allah Teâlâ’m seni noksanlıktan tenzih ederim) dersin, başka bir zaman “Sübhane aliyyu’la’la”, (Yücelerden yüce Allah Teâlâ’m seni noksanlıktan tenzih ederim) kimi zaman “Rabbî ve Kadirî”, (Sahibim ve bana kadir olan) sonuçta bazen de “Ehad, Ehad”, (Tek olan Allah Teâlâ’m, Tek olan Allah Teâlâ’m) dersin. Bu dualar bütün huzur yerleri için geçerlidir. Kalp için, Allah’ın Azze ve celle zat ve sıfatlarından bir nasip vardır. Ve bu hisse sürekli olarak çoğalır. Kalp Erbâbının durumları bu konuda ve huzur yerlerinin sıfatları hususunda çok çeşitlilik arz eder. Hakk’ın her sıfatından da kalbin bir hissesi vardır. Dolayısıyla bu sıfat kalpteki nasip ve bölümü vasıtasıyla tecelli eder. Bu suretle sıfatlar sıfatlar için, zâtlar zâtlar için tecelli eder. Bazen sıfatlar O’nu müşahede eder, kimi zaman da sıfatların huzur yerlerini müşahede eder.

 

Tecelli

İlk önce ilimle olur. Sıfatlar onu görsün veya sıfatların huzur yerlerini görsün, diye tecelli müşahede ile vukua gelir. Sonra ittisaf (sıfatlanma) ile tecelli hâsıl olur. O da, Fadl ve adl (cemâli ve celâli tecelli ve) sıfatlardan olan tekvin, icâd, öldürme diriltme, merhamet etme cezalandırma... v.b. gibi fiilleri icra etmek suretiyle kalbin bu ahlâklarla ardaklanması ve bu sıfatlarla muttasıf olması suretiyle olur.

 

İttisaf (sıfatlanma)

Üç derecelidir:

1 İnsanın birtakım manaları değiştirme konusunda kendine nispetle bazı sıfatlarla muttasıf olmasıdır.

2 Bir takım manaları değiştirmede kendisi ve diğer insanlara nispetle bazı sıfatlarla muttasıfolmasıdır.

3Mutlak olarak, renk ve manalara tasarruf gücüne yönelik sıfatların kazanılmasıdır. Bu konuda kemâl, ismi Aziz olan Allah’a aittir. İyi bil ki! Bir inen nur vardır, bir de yükselen nur vardır.

Yükselen nur, kalpten yükselir. İnen nur, arştan iner. Vücut ise Arş ile kalp arasında bulunan birperdedir. Aradaki bu vücut delindiği ve kalpten Arşa bir kapı açıldığı vakit, bir cins, kendi cinsine özlem duyar. O zaman nur nura yükselir, nur nura iner “nur üstüne nur” olur.

Cemiyetin (birleşmenin) hakikati şudur: Kalp Arşa özlem duyar, Arş da kalbe iştiyak duyar. Aralarındaki vücud ve nefs böylece cem edilmiş olur. Daha açıkçası, aralarındaki şeyler yok olup ortadan kalkar. Gerçekten iki el arasında da hava vardır. Fakat iki elini birbirine vurursan aradaki bu hava yok olur. İki taş arasındaki yemekte böyledir. Değirmendeki taşlar birbirine kavuşunca yemek aralarından çıkar, ezilir gider.

 

Seyrin ve Cezbenin Sırrı

Sahip olduğun değerli cevherler sende aşk, muhabbet ve şevk ateşi gibi bir takım cevhere benzer hâl veya semâdaki müşahedelerin meydana gelmesini gerekli kılar. Ne zaman senden nur yükselse, sana bir nur iner, ne vakit senden ateşler yükselse, sana ateşler iner. Ancak gökyüzündeki cevherler sayılıdır, bir sınırı vardır onu geçmez, sendeki cevherler aksine belli sayıya sığmaz. Çünkü sende bulunan cevherler gelişmeyi ve fazlalaşmayı kabul eder. Eğer gökyüzündeki cevherin benzeri olan sendeki cevherden daha kuvvetli ve değerli olursa sendeki eksik cevher tam olana özlem duyar, kuvvetli de zayıfı kendine çeker. Eğer güçleri eşit ise, her ikisi de birbirine iştiyak duyar her biri, diğerini kendine çeker, böylece yolun ortasında karşılaşırlar. Bu özlem rahmetin sıfatı, cezbe ise, kuvvetin kudreti oluşunun eseridir. Sendeki cevherler fazlalaşınca, bu cevher, semâdaki kendi cinsinden olan cevhere nazaran her şey haline gelir. Bu sefer cevher semâdan özlem duyar, o cevheri senin cevherin kendine çeker, o da sana iner. Seyr ve cezbedeki sır budur. Zira seyr, malum olsun diye cevheri tasfiye etmekten başka bir şey değildir. Bu fiilin sonunda cevher fazla ise cezbeder, noksan ise özlem duyar.

 

İşaret

Ebu Bekir Vasıtî kaddese’llâhü ruhâhü dedi:

“Allah Teâlâ’nın cemâl ve celâl sıfatları çarpıştı. Bu çarpışmadan ruh doğdu. Oğul, parçaya annebaba ise asla ve bütüne işaret eder”.

 

Ek

Yüz dairesi saf ve temiz hâle gelince su kaynağının parlaklığı ve berraklığı gibi nur saçar, iki kaş ve iki göz arasında olan bu nur kaynağı sebebiyle Seyyâr nur kaynağını kendi yüzünde hisseder. Daha sonra yüz tamamen nura gark olur, önünden yüzünün hizasına kadar olan kısmı böylece nurdan bir yüz olur.

Yine, nurlar fışkırır. O zaman ince bir örtünün ardından salıncak gibi gelip giden güneş görülür. Gerçekte bu yüz senin yüzün, bu güneş ise bedende gidip gelen “ruh güneşi” dir. Daha sonra bu saflık ve safiyet bütün bedeni kaplar ve önünde kendisinden nurlar çıkan bir şahıs müşahede edersin. Seyyâr bu anda, vücudunun her yerinden bu şekilde nurlar fışkırdığını hisseder. Nice kereler olur ki bütün benlik perdeleri ortadan kalkar, işte o zaman bütün bedeninle bütünüyle görürsün. Basiretin açılışı gözden başlar. Sonra sırayla yüz, göğüs, daha sonra ise bütün vücutta ortaya çıkar. Önündeki bu nuranî şahıs sûfılerce “mukaddem”, “şeyhu’lgayb”, ya da “mizanu’lgayb” diye isimlendirilir. Seyr u sülûkun ilk dönemlerinde bu nurâni adam senin karşına çıkar. Fakat zenci gibi simsiyah bir renkle seni karşılar. Sonra o senden gizlenir. Bu şahıs aslında senden kaybolmuş değildir. Tam tersine sen o olmuşsundur. O senin içine girer ve seninle birleşir, tek varlık haline gelir. O, sırf beden ve vücut elbisesinden dolayı siyahtır. Sen ondan vücudu fani kıldığın, şevk ve zikir ateşi onu elbisesini yakıp tükettiği zaman elbisenin içindeki cevher çıplak olarak ortaya çıkar da böylece gördüğün gibi nurânî bir hale gelir.

 

Hakikat

İyi bil ki! Melek, nefis ve şeytan senden ayrı ve senin dışında bir varlık değil, aksine sen onlarsın. Bunun gibi, yer, gök, Kürsî, Cennet, Cehennem, hayat, ölüm... de senin dışında olan şeyler değil, sende bulunan şeylerdir. İnşallah, seyredip saflaştığın zaman bu sır sana açıklanacaktır.

 

Nurlar

İyi bil ki! “Allah yerin ve göklerin nurudur” Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin nuru O’nun izzet nurundan, velilerin ve müminlerin nuru ise Rasûlüllahın nurundandır. Buna göre nur ancak Allah Teâlâ’nındır. Şu iki âyetin sırrı da budur: “İzzet isteyen kimse bilsin ki izzet (şeref, kuvvet) Allah’ındır” “...Şeref Allah’ındır, Rasülünün ve müminlerindir”

 

 Gayb Şahitleri

İyi bil ki! Her Seyyârın şahidi vardır. Ona “Şeyhu’lgayb”, denir. O Seyyârı gökyüzüne yükseltir. Gökyüzünde zuhur eder. Şeyhu’lgayb’ın, Seyyârın şahidi oluşunun, hatta onun o olmasının delili şudur: Seyyâr onun hareketi ile hareket eder, onun durmasıyla durur, onun feyzi ile feyizlenir. Onu bulmakla bast (genişlik) hâlini yaşar, onu kaybetmekle kabz (darlık) hâline geçer. Saf hâle geldiği ve nurlandığı zaman terazinin ağır bastığını gösterir. Karardığı, saklandığı veya perdelerin arkasına gizlendiği zaman, bu mizanın hafif kaldığına işaret eder. Bunun gibi yolun ortasında da “iki göz dairesi” vardır. Bunlar zuhur edince, bu güzel bir hale delâlet eder, gizlendikleri zaman ise kötü bir hale ve vücudun galibiyetine işaret ederler. Bu daireler büyür, çoğalır, bazen da küçülür ve azalırlar. Bu ise terazinin ağır basmasını ve bir tarafın, eksik kalmasını gösterir. Ancak “aklı kebîr” (Büyük Akıl) in ağırlığı Seyyâra hücum ettiği zamanki durum bunun dışındadır. O zaman daireler gizli kalır, mizan ağır basar. Bunun alâmet ve işareti göz kapaklarını kapalı olarak sağa sola çevirmesidir. O zaman aklı kebirin akîk taşı rengindeki noktalarını görür. “Alın hizası” 34 bu noktaların görülmesine tahsis edildiği için ancak orada görülebilirler. Çünkü görüş buradan yapılmaktadır. Bu aklı sağır (Küçük Akıl)dir. Daha önce şu şekilde demiştik: “Cevheri ancak kendi cinsinden olan bir varlık görebilir. O da ancak onu kendi cinsinden olan bir şeyle görebilir”.

 

Kütübü’l Gayb (Gayb Kitapları)

Gayb âleminde Allah Taâlâ’nın yazdığı kitaplar vardır. Bir kısmı noktalarla, bir kısmı hareketlerle, bir kısmı da harflerle yazılmıştır. Fakat bu ifadelerin dışında bu kitapların çok garip isimleri de vardır:

Yenbuu’lebrâr, (İyilerin Pınarları)

Mecmûa’lesrar, (Sırlar Mecmuası)

Kitabu’lmehd, (Yeryüzü Kitabı)

Kitabu’lfelekî, (Felekler Kitabı)

Fürhatu’lebrar, (İyilerin Mutluluğu)

Nüzhetü’lesrar, (Neşeli Sırlar)

Kitabu’lazâim, (Kötülüklere engel olma kitabı)

Kitabu’laşk, (Aşk Kitabı)

Kitabu’ssihr, (Sihir Kitabı)

Burhanu’lkebîr (Büyük Hüccetler)

ve yıldızların hükümlerinden konu eden

Kitabu’leşkâl (Şekiller Kitabı)... v.b. gibi.

 

Seyyâr önce Kur'ânı Kerim gibi yazılan, anlaşılan ve idrâk edilen kitaplar görür. Sonra sır vaki olur. Onu bazen anlar. Bazen da vücut ve varlığın unutturucu karanlığından dolayı onu anlayamaz. Sonra nokta, kare ve daha başka şekilde hareketlerle yazılan bir takım kitaplar görür, ondan sonra da noktalarla yazılan kitaplar görür. Onları anlar ve okur, böylece ilmi ledünnîyi öğrenir. Ancak tekrar vücuduna döndüğü zaman hepsini unutur. Fakat kalbindeki bu anlayışın tatlılığı devam eder. Ona inanır. Bu durum, rağbet, aşk, şevk ve muhabbete tesirini ve neticesini meydana getirir.

 

Müşahedeler

Bazen Seyyâra yıldızlarla dolu bir gökyüzü görünür. Bu Kur'ânı Kerim'dir. Onu noktalar yardımıyla okur ve anlar. Eğer bu zorluğa samimî olarak sabrederse bazen de gaybet hâlinin zor ve çetinliğinin içinde altın ve gümüş rengi görür. Bunlar sıdk ve ihlâsın rengidir. Kimi zaman ise zikrin Süheyl Yıldızı uzaklardan doğar, Seyyâr da Süheyl yıldızının titreyişi gibi titrer. Bu zikrin süneyi yıldızı, iman, ikan ve  irfan Yemen’inden doğar.  Bazen da Zühal Himmet Yıldızı uzaktan gizli olarak doğar. Bu yüksek olunca dünyanın sonudur. Sana yaklaştıkça büyür, o zaman Müşteri Yıldızı (Jüpiter) gibi olur, yukardan iner. Himmet (Zühal=Satürn) yıldızının alâmeti şudur: Sen nereye bakarsan bak baktığın yerde onu görürsün. Bazen kavga ve kan dökme, yani Savaş Yıldızı (Merih) ortaya çıkar. Bu durum Seyyârda yok ise Fakir (veli, sûfî) olamaz. Şeyhler derler ki: “Fakir (Veli), diriltip öldüremiyorsa fakir veli sayılmaz.” Bazen Güneş doğar, bu ruhun veya kalbin güneşidir. Kimi zaman da Allah Teâlâ ile beraber olmanın verdiği neşe, sevinç ve coşkunluğun yıldızı görülür, bu Zühre Yıldızıdır. (Venüs) Bazen da İlim Utarit i ve Vücud Ay’ı zuhur eder.

 

İşaretler ve Tabirleri

Kimi zaman Seyyâr, kendisini eşeğe binmiş olarak görür. Bu, onun şehvet meliki ve kralı olduğunun alâmetidir.

Katıra binmiş olarak görürse bu da nefis kralının alâmetidir.

Altında bir kişi ölürse bu onun ölümünün işaretidir.

Ata binmiş ise bu kalp seyrinin alâmeti,

Deveye binmişse şevk ile seyrettiğinin işareti,

Uçuyorsa bu himmet hayatının alâmetidir.

Hüviyetin (kendi şahsının) kendisini bürüdüğünü ve üzerine döküldüğünü görüyorsa bu da istenilen ve sevgili olduğunu gösterir.

Denizde bir gemiye bindiğini görürse, bu gemi şeriattır, geminin altındaki deniz ise tarikattır.

İyi bil ki! Şeriat hikmetin kanunudur. Hikmet ise sûfîlerin dilinde kudret anlamında kullanılan himmetin temeli ve kanunudur.

 

İsmi Âzam

İyi bil ki! Seyyârlardan herbirine ismi âzamlardan bir tane verilmiştir. İsmi âzam kalplerden fışkırır.İsmi âzam, âyetlerin bütününün bir araya gelmesiyle hâsıl olur. Âlemi gayb ve âlem-i şahadetteki bütün âyetler ismi âzamın harflerinden biridir. Bu alâmet, âyet ve delillerin ortaya çıkış nispetine göre ismi âzam da artar ve çoğalır. Marifetin ve ismi âzamın azalması eşit ve dengelidir. İşin sonu ise marifet ve muhabbettir. Muhabbet marifetin meyvesidir. Çünkü bilmeyen sevemez. O’nun (Allah Teâlâ’nın) bize olan muhabbeti bizim O’na olan muhabbetimizden daha öncedir. Kişi sevdiği şeyi sık sık zikreder ve anar. Allah Sübhanehü ve Teâlâbuyurdu ki; Beni sevdiğini iddia ettiği halde hava karardığında yatıp uyuyan yalan demiş, demek Şeyhtir. Çünkü sevenin alâmeti ilim olarak değil dehâl olarak O’ndan başka bir şey görmemesidir”

 

Kerametler

Rivâyet edilir ki Semnun Muhib (?)37, muhabbetten bahsettiği zaman Şunuziyye Camimin kandilleri sağa sola gidip gelmeye başlarlardı. O’na, “Muhabbetten söz et”, dendiğinde şunu demişti: “Yeryüzünde bu konuda (dinlemeye) yetkili bir şahıs olabileceğini düşünemiyorum”. O anda önüne bir kuş geldi. Semnun: “Şimdi oldu, muhabbet buna anlatılabilir”, dedi. Muhabbetten bahsetmeye başladı. Kuş gagasını yere vurmaya başladı. Sonuçta gagasından kan aktı ve öldü.

 

Muhabbet ve Fenâ

Gayb âlemi ve şehadet âlemindeki âyetlerin zuhuru, iman, kesin biliş ve irfan sonucunu doğurur. İhsan ve nimetler irfan ile ortaya çıkar. Bu muhabbeti meydana getirir, muhabbet fenayı doğurur. Daha doğrusu fenâ hem muhabbetin hakikati ve hem de neticesidir.

 

Fenâ iki çeşittir

1.Ferdâniyette Fenâ: Hakk’ın sıfatlarında, (beşerî) sıfatlardan fani olmaktır.

2.Vahdaniyette Fenâ: O’nun zatında iken sıfatından fâni olmaktır. Zât tecellî edince heybetiyle tecellî eder. Bunun üzerine Seyyâr ufalır, yok olur. Küçülür ve ölecek gibi olur. O anda şu şekilde bir ses işitir. “Ehad, Ehad... (Bir, Bir!.). Zâtından fâni olunca O’nunla bakî olur ve O’nunla yaşar”. Bazen Seyyâr gaybet hâline girer, o zaman Hakk O’nu kendisine yükseltir. O’da kendinde rubûbiyeti tadar. Bu zevk bir anda olur. Allah Teâlâ’nın (azze ismuhu=en yüce ismini) bu zevki kuluna tattırması makamların ve kerametlerin en yükseğidir. Sürekli olarak azarlama ve cidalde de Allah Taâlâ ile beraber bulunan Seyyâr şunu der: “Senin rab, benim kul, senin Hâlik (yaratıcı) benim mahlûk, senin kadîm benim muhdes (sonradan yaratılmış) olmamı gerektiren şey nedir?” Bunun üzerine Allah Teâlâ ona bu tadı tattırır. Meselenin aslını ilham eder, bu hayret ve azarlama dinlenmesine vesile olur. Arif, dururken, hayrette olan ise yürür. Mutlak arif ise Allah’tır. O’nun dışındakiler, arif geçinir. Bir sonraki makam daima bir önceki makamdan daha üstündür. Kıdem ve rubûbiyyet için olan zevk iyi ve parlak ise de bu zevkin devamı ondan daha iyi ve muhteşemdir. Bu meydan O’nda helak olmadıkça ve O’na dönmedikçe haddi, sınırı idrâk edilemeyen uçsuz bucaksız bir meydandır. Helak ise ancak (büyük) korkulardan sonra idrâk edilebilir. Bu ise ruhun feda edilmesi ile olur. Hüseyin b. Mansur (Hallaç) ın (hyt. 309/922) “Ene’lHakk”sözünde yaptığı gibidir. Bu noktada helak ile Fenâ aynı şeydir. Hallaç, bir münâcaatında diyor ki: “Nâsûtiyyetim lâhûtiyetinde helak oldu. Lâhûtiyyetin üzerindeki nâsûtiyyetim hakkı için benim öldürülmemi isteyenleri affet”.

 

İstihlâk (TükenmekFedâ)

Muhabbetin eseridir. Muhabbette ilk adım nefs için sevgilinin arzu edilmesidir. Sonra nefsin kendisine fedâ edilmesidir. Daha sonra ikiliği unutmasıdır. En son merhale ise vahdâniy yette (Allah Teâlâ’nın birliğinde) fenâ bulmasıdır. Mahlûklarda kesintisiz ve sürekli bir hâl olmak üzere bir hâl olarak biz Bunu tattık. Fakat bu, elde edilmesi yakın ve kolay sınırına ulaşılması mümkün bir meydandır. Ferdâniyyet (Allah Teâlâ’nın zâtında) meydanı ise yukarda söylediğimiz gibi idrâk edilmekten uzaktır. Dediğimiz gibi “Her meta kendi değeri ile satılır.”

 

Muhabbetten Aşka

Cüneyd Bağdadî kaddese’llâhü ruhâhû ye  “Aşk nedir”, diye sorulduğunda şöyle dedi: “Aşkın ne olduğunu bilmiyorum. Fakat bir çocuğa âşık olan kör bir adam görmüştüm. Kendisine bağlanmayan çocuğa şöyle seslenmişti: “Sevgilim benden ne istiyorsun?” Çocuk, “ruhunu”, diye karşılık verince, derhal ruhdan ayrıldı, canını fedâ etti”

 

Aşk

İnsanın içini ve ciğerini yakan bir ateştir. Aklı şaşkın kılar, yandırır, gözü kör eder. İşitme duygusunu giderir. Büyük korkuları insana küçük gösterir. İnsanın boğazını sıkar, nefesten başka bir şey oradan geçmez, ölecek gibi olur. Bütün himmeti maşuk ve sevgili üzerine toplar, sevgilisini kıskandığı için onun hakkında kötü zan besler, bu hal daha da artar, düzeni bozar, şaşkınlığı getirir, sonuçta unutkan olur ye ölümü hoş görür.

 

Vuslat

Aşk ateşini söndürür, sevgilinin sövme, dövme ve azarlaması bunları azaltır. Başkaları ona ulaşmasın, diye âşık, keşke sevgilim olmasa, diye arzu eder.  “Sen benim Rabbimsin. Senden başka Rabbim yok” diyebilecek bir noktaya ulaştırır. Bir mahlûk hakkında bile bu ifade küfürdür. Fakat hâl ve zaruretin neticesinde istek dışında söylenmiştir, ihtiyarî ve iradî değildir. Bunu söyleyen âşık değil, aşk ateşidir. Aşk ateşinin terbiyesi ve gelişmesi sevgiliden gelir. Âşık sadece lisanı hâl ile şunu der: “Sen benim din ve dünyamın helakisin. Benim küfrüm, imanım arzum ve rağbetimin gayesisin. Ve sen bensin”. Hallaç diyor ki:  “Sana şaşıyorum beni benden (alıp) sende fanî kıldın. Beni kendine o derece yaklaştırdın ki seni ben zannettim” Bazen âşık aşkta fâni olur. O zaman âşık aşk hâline gelir. Sonra aşk maşukta fanî olur.

 

Hatıra

Mısır’da, Nil nehrinin sahil köylerinden olan bir cariyeye âşık olmuştum. Günlerce yemek ve içmekten kesildim. Aşk ateşim o derece yükselmişti ki nefesim bile ateş kesilmişti. Bu ateşi teneffüs ettikçe sanki gökyüzünden de üzerime bir ateş daha üflüyorlardı. Bu iki ateş önümde karşılaşıyordu, önüme gökyüzünden geleni tanıyamadım. Fakat semâdaki şahidim olduğunu zannediyorum. Orada olan kimdir, nerede karşılaşıyorlar, bilmiyordum. Sonuçta anladım ki, o benim semâdaki şâhidimdir.

 

Aşk ve Muhabbettin Sonu

Muhabbetin sonu aşkın başlangıcıdır. Muhabbet kalp için, aşk ise ruh içindir. Sır, sevgilileri bir yere toplar. Himmet ise cem’ (birleşmenin) eseridir. Şu şekilde bir soru sorulur:

 

Bu işin sonu nedir?

Bu işin sonu baş tarafa dönmektir. Ve bu işin başlangıcı cinsin kendi cinsini istek ve arzu etmesidir. Bu ise o cinsten (O’ndan) bir nur ve lutufdur. Bu da şehvetle temenni, yürekle (fuad) irâde, kalble (gönüle) sevgi, ruhla aşk, sırla vuslat, himmetle tasarruf, sıfatla saflık, zatla fenâ ve onunla bekâ, hâlini meydana getirmesidir.

 

 

 

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol