Müşahede makamı2
Müşahede makamında vücut nefis ve şeytan arasındaki fark
Vücut, yani insan bedeni, ilk önce zifiri karanlıktır. Temizlenip arıtıldıkça siyah bulut haline gelir. Beden “şeytanın arşı” haline geldiği zaman kırmızılaşır. Biraz daha ıslah edilir, maddî haz ve lezzetlerden fenâ bulur ve haklarla bakî olursa saflaşır, beyazlaşır ve yağmur bulutu gibi olur.
Nefis, başlangıçta rengi gök rengidir, mavidir esas kaynaktan fışkıran suyun fışkırması gibi bir fışkırması vardır. “Şeytanın Arşı” haline geldi mi, karanlıktan ve ateşten bir madde imiş gibi bir hal alır. Bunların fışkırışları daha azdır. Şeytanda hayır yoktur. Nefis temizlenip saflaşınca kendisini hayır kaplar ve kendisinden hayır ve yararlı işler meydana gelir. Şer ve kötülük kaplayınca da şer hâsıl olur.
Şeytan, azametli şekilde küfür bulutlarının birbirine girmesinden meydana gelen ve saf olmayan bir ateştir. Önünde uzun bir zenci gibi teşekkül eder. Büyük bir heyeti vardır. Bir tavırla içine girecekmiş gibi koşar gelir. Eğer ondan o anda uzaklaşmak ve ayrı kalmak istersen, kalbinden şu şekilde yalvar: “Ey imdat dileyenlerin yardımcısı, yetiş!” Hemen senden kaçar. Onun seni gördüğünü senin de onu gördüğünü unutma. Onun elbisesi, senin elbisene dikilmiştir. İki elbiseyi birbirinden ayırırsan, gözü kör olur, göremez. Elbisesinden onu soymalısın Bunun dışında nerede olursan o da seninle olur ve anlar. Sana ilgi duyar. Bazen o sana vurur, seninle beraber iş yapmak, oynamak ve yarış yapmak ister. Ona lanet okuduğun, şamar attığın ve konuştuğun zaman o da seninle konuşur ve seninle şakalaşır, lanetten kuvvet bulur ve seninle olan işi uzatır. İşte o zaman susarsın. O sana vurur sen ona vurmaz, Allah Teâlâ’ya tevekkül edersin. Bu durumda o sana vuramaz ve senden uzaklaşır. İşte o zaman tekrar kalbinle: “Ey imdat dileyenlerin yardımcısı, yetiş!” dersin. Rabb’ına sığınırsın o da senden kaçar gider.
Zikir ateşi ile şeytan ateşi arasındaki fark
Zikir ateşi, saf, süratli ve yukarılara doğru yükselen bir ateştir.
Şeytan ateşi ise, bulanık, puslu, karanlık ve ağır hareketlidir. Bu iki ateş arasındaki fark ise ancak hâl ile bilinir.
Seyyâr( Burada manevî makam ve hallerde gezinen derviş), Üzerinde zikirle birlikte büyük bir ağırlık ve göğüs darlığı hissederse, kalbi ferahlamaz, gönlü rahatlamaz. Sanki bütün organları taş ile çatır çatır kırılıyor gibi bir an yaşarsa, bu hal içinde karanlık bir ateş müşahede eder ki bu “şeytan ateşi”dir.
Bazen Seyyâr, bunun aksine bir hafiflik bir iç rahatlığı bir kalp güzelliği ve doygunluğu hissettiğinde yukarılara yükselen saf bir ateş görür. Kuru odunun ateşi gibi olursa bu da kalbin feza ve semasındaki “zikir ateşi”dir.
Zikir ateşi, “her şeyi yakıp yok eden” bir ateştir. Girdiğinde evde şunu söyler: “Ben varım, artık benimle başka hiçbir şey olmayacak”. Bunun manası “La ilahe illa’llâh” (Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur) demektir.
Eğer evde odun varsa onu yakar, odun ateş olur. Eğer ev karanlık ise zikir nur olup, karanlığı yok eder, evi nura boğar. Evde nur olunca tabii ki ona zıt ve rakip olamayacaktır. Bunun gibi zikir, zâkir (zikreden kişi), meşkur (zikredilen, Allah) dost olurlarsa o zaman“Nur üstüne nur” olur. Zikir haktır, sıfatı da haktır. Zikir nefsin hazlarını sıfatlarını yok ederken, haklarını baki bırakır. Haklar arasında zıtlık yoktur. Hazlarda ise varlığa ait bir takım fazlalıklardır ki israftan ve aşırılıktan meydana gelirler. Dolayısıyla zikir ateşi içeri düşünce hepsini yok eder. Haram lokmalardan meydana gelmiş olan parçalar da böyledir. Zikrin sultan hazların içine düşer ve onları yok eder. Fakat helâl lokmalardan meydana gelen cüzlere, kimse el uzatamadığı zikir ateşi de dokunmaz. Çünkü bunlar haklardır.
Vücudun rumuzları (İşaretleri)
Vücut dört unsurdan meydana gelmiştir ki hepsi “Karanlıklar üstüne karanlıktır” Toprak, su, ateş, hava.Sen bütün bu unsurların (hâkimiyeti) altındasın. Onlardan ayrılarak başka bir şeye de tamah edemezsin. Ancak hakkı hak sahibine ulaştırmakla olur ki bu da, parçayı bütüne ulaştırmaktan ibarettir. Böylece toprak topraklığını, su suluğunu, ateş ateşliğini, hava havalığını alır. Bunlardan her biri kendi nasibini aldı mı, bütün bu yüklerden ayrılır. Bizim tarikatımız ve yolumuz, kimya (unsurları bazısını diğerinden ayırma, insana ilk yaratılışta üflenen nefes olan rabbânî latif nuru çıkarma) yoludur.
Dağlar arasından nuranî ve latîf şeyleri çıkarmak şarttır. Toprakla ilgili hazzın yok olunca bir sahra görürsün. Bu sahrayı katederken, bu sefer sahra senin altında yürür. Sanki çöl senin ayağının altından geçip gidiyor. Hâlbuki geçip giden çöl değil sensin. Nasıl ki, gemi ile giden bir kimse de, geminin değil karşıdaki sahillerin hareket ettiğini zanneder. “Dağları görürsün ve onları cansız, donmuş zannedersin. Hâlbuki onlar bulutlar gibi akmaktadırlar...” Yine o anda kendini yukardan aşağıya doğru inen, fakat aslında aşağıdan yukarıya doğru çıkan bir kuyuda imiş gibi hissedersin. Yine üzerinden inen ve altında yok olan bir köy, bir belde ve bir evde, olduğunu görürsün. Tıpkı deniz kenarında olan, oraya düşen ve batan bir duvarı gördüğün gibi.
Ey Sevgili, iyi bil ki! son ve büyük ölüm hariç, bu dört unsurdan; hava ateş, su ve toprağın varlığından kendini asla kurtaramazsın. Bu ölüm sendeki unsurlarla ilgili bazı şeyleri yok eder. Ve ondan sonra sen daha önce akılla bildiğin ve duyduğun şeyi bizzat gözle müşahede edersin.
Yükselişteki müşahedeler
Eğer bir deniz görür ve karşı tarafa geçmek isterken boğulduğunu müşahede edersen, iyi bil ki bu su ile ilgili hazzın fenâ bulmasıdır. Eğer deniz safî ve içinde güneşler veya nurlar veya ateşler batmış ve gömülmüşse, iyi bil ki o marifet denizidir. Yağan yağmur gördüğün vakit, bil ki, o yağmur rahmetin mevcut olduğu kaynaktan, ölü araziye benzeyen kalpleri ihya için yağmaktadır. İçine düştüğün ve sonra çıktığın bir ateş müşahede edersen bil ki bu ateş (unsuru) ile ilgili hazların fenâsıdır. Önünde geniş bir uzay, engin bir genişlik, onun da üstünde berrak bir hava ve bakışının sonunda da bir takım yeşil, kırmızı, sarı, mavi gibi renkler görürsen, bil ki, artık sen bu havadan o renklere geçeceksin. Aslında renkler ise hâllerin rengidir.
Yeşil renk, kalbin hayatı,
Saf ateş rengi olan kırmızı, himmet hayatı, Himmetin manası ise kudrettir. Eğer bu renk bulanık bir kırmızı ise bu şiddetin ateşidir. Bu ise Seyyâr’ın, nefis ve şeytanla yaptığı mücâhedenin sertliği ve yorgunluğu manasına gelir.
Mavi renk, nefis hayatı
Sarı renk zayıflığı; temsil eder.
Bütün bu renkler nefsin zevkle ve müşahede lisanı ile sahibi ile bizzat konuşan manalardır. Bu zevk ve müşahede iki âdil şahittir. Çünkü sen gözünle müşahede ettiğini nefsinle tadıyor, nefsinle tattığını basiretinle görüyorsun. Mesela yeşil gördüğün zaman kalbinde bir rahatlık, gönlünde bir ferahlık, içinde bir güzellik, ruhunda bir lezzet ve gözünde bir aydınlık müşahede ediyorsun. Bütün bunlar hayatın sıfatlarıdır.
Bu durumda bitkilerin hallerini delil getirerek şu şekilde diyebiliriz: Bitkinin yeşil olması, canlı, kuvvetli ve hızlı gelişmeye müsait olduğunu; sarı oluşu ise, kendisindeki bazı sebep ve arızalar sebebiyle zaafa uğradığını gösterir. Yine bunun gibi yüzlerin kızarması da, ya hayâ ve utanmaktan, ya korkudan, ya sevinçten veya üzüntüden ileri gelen haller sebebiyle hâsıl olur.
İyi bil ki! rengin birleşmesi istikamete ve o hâlin tam ve cemiyetine işarettir. Renklerin bir arada toplanması ve bir başkasına karışıp bir renk haline gelmesi ise “telvin” denir. Yeşil renk değişmeden sürekli olarak aynı şekilde kalırsa bu da “temkin” denir.
Yeşil renk, bakî kalan sonuncu renktir. Bu renkten şimşek çakması gibi parıltılar ve aydınlıklar doğar.
Yeşil renkler saf, bulanık da olabilir. Saf oluşu Hakk’ın nurunu üstünlüğünden, bulanık oluşu ise vücut karanlıklarının galibiyeti ve hâkimiyetinden meydana gelir.
Kalp ve (Kalîb) Vücud Kuyusu
Latife “Kalp” dediğimiz şeydir. Çünkü kalp latiftir. Kalp, suyun içinde bulunduğu kabın rengini alışı gibi ve gökyüzünün, dağların yani Kaf Dağının renginde oluşu gibi bir halden başka bir hale inkılâp edebilir. Bu değişikliği kabul etme sebebiyle kalbe “Kalp” denilmiştir. Ayrıca kalp vücudun ve mananın özü olduğu için bu isimle anılmıştır.
Kalp, latiftir. Etrafındaki mana ve eşyayı aksettirir. Eşyayı ve eşya etrafında dönen dolaşan manaları yansıtır. Bu suretlerin aynada ve berrak suda aksedişi ve yansımasına benzer. Bir şeyin rengi, o şeyin karşısında bulunan latifede suret bulur, şekil alır. Tıpkı suretlerin saf suda ve aynada yansıdığı gibi. “Vücut kuyusu”nun içindeki kalbin nuru olduğu için de, aynı şekilde kalbe kalp adı verilmiştir.
Aynı Yusuf aleyhisselâmın kuyudaki nuru gibidir İyi bil ki! “vücut kuyusu”, önünde, yüzünün hizasında derin olarak görünür. Şehadet(dünya) âleminde ondan daha derin bir şey göremezsin. Bu kuyu önceleri başının üstünde, olur sonra önünden zuhur eder, daha sonra da ayaklarının altında olur. Bu, yolun sonunda vücut kuyusunun dibinde yeşil bir nur görürsün. Bu varlığın ve hudûsun(sonradan yaratılan varlıklar) sonu, kıdemin de başlangıcıdır. Bu kuyu sana yakaza (uyanıklık) halinde tecellî ederse, hoşuna gider ve onunla yakınlık kurarsın.
Gaybet (kendini kaybetme) halinde iken tecellî ettiğinde, ondan geçen bir heybet, bir şiddet ve sarsıntı seni tesiri altına alır. O anda ruhun ayrılacak gibi olur, mecalin kalmaz. Birinci halden bu hale kadar zikirden başka sığınacağı şey bulunmaz. Bu kuyuda “melekût âlemi”nin acayiplikleri ve “ceberut âlemi”nin gariplikleri sana görünür. Bunları hiçbir zaman unutmazsın. Çünkü bu uğurda çok şiddetli kuvvet, korku ve sıkıntılarla karşı karşıya gelmiş bulunuyorsun. Böylece onunla sevinirsin, ondan korkarsın, onunla ünsiyet edersin. Bu sebeple bir hâlde iken birbirine zıt hâlleri zevk edersin.
Bazen o kuyu, müşahedenin ilk zamanlarında dengesiz bir halde büyük bir görünüm içinde olan karanlık bir bina gibi tecelli eder. Daha sonra bina bu karanlıkların gitmesiyle düzelir, üst üste konan kerpiçlerle nizama girer. Daha sonra ise bina ve kerpiçlerle ilgili bütün şekiller yok olur da nurdan veya yeşillikten hâsıl olan bir kuyudan başka bir şey göremezsin. İlk zamanlar karanlık olmasının sebebi oranın “şeytan makamı” olmasından idi. Daha sonra orası rahmet ve meleklerin inme yeri haline geldiği için yeşil oldu ve nurlandı.
Vücut Mertebeleri
İyi bil ki! Vücut yalnız bir şey değildir. Vücudun üstünde Hakk’ın vücuduna varıncaya kadar daha ondan hususi ve daha güzel başka vücutlar vardır. Her vücut için de bu yolda kuyular vardır. Vücudun çeşitlerine göre yedidir. Yer ve gök sayısının yedi ile sınırlanmış olmasında da buna işaret vardır. Vücut çeşitlerini temsil eden bu yedi kuyudan semaya yükseltildiğin zaman, sana “rubûbiyet” ve “kudret semâsı” görünür. Bu semânın hava tabakası, “hayatın zatı” ndan olan “koyu yeşil bir nur”dur. bu nurların bazıları, sürekli olarak diğerlerine doğru yürür gider. Orada ruhların tahammül edemeyeceği bir kuvvet vardır. Buna rağmen ruhlar zevke dayanan derin bir aşkla ona âşıktırlar. Yine gökyüzünde “ateşten daha kırmızı noktalar” ve uyumlu şekilde “beşer beşer (adet) dizilmiş lal ve akîk taşları” vardır. Hâl sahibi içten onlara arzu duyar, şevk duyar ve onlara kavuşmak ister.
İyi bil ki! Seyyâr’ı bu “kudret ve rubûbiyet makamına” dört melek çıkarır. Biri sağında, biri solunda, biri altında, diğeri de arkasındadır. Bu makama yükselttikleri zaman Seyyâr, kulluktaki acziyeti ile dili şunu dedi: “Sen Rabb’imsin ve bana kadir ve gücün yeter ve sahibimsin” “Eğer istersen beni yaşatır” “Dilersen beni öldürürsün!..”
Seyyar o sırada çok güçlü ve şiddetli bir kuvvetle karşı karşıya kalmaktan korkar! Ruhunun alınmasını ve oraya bırakılmasını temenni ve arzu eder. Kendisinden, ruhunun veya nefsinin alınmasının keyfiyetini hisseder. Ne zaman o âleme gitmek için, kuyudan çıkarılsa, onda ruh veya nefs kalmaz. Sonra oradan âlem‐i şehadete döndürülür.
Meşhed
Seyyâr’a kuyuda iken ilk gelen nurlar, başının üstünden gelen tecelli makamındaki “izzet nurları”dır. Kendisine vârid olan bu nurların verdiği dehşet ve korku sebebiyle, sarsılır, izdırap duyar ve kabz haline geçer. İster istemez secdeye kapanır. Sonra kuyudan yukarı doğru çıkarılır. Zira karanlık olan şeyler, temizlenip nurlanmadıkça ve nur cinsinden bir şey olmadıkça, nuranî olana ulaşamazlar. Ancak bundan sonra ona vâsıl olurlar. Genellikle meleklerin gelişi insanın arkasından, bazen da üstündendir. Melekler topluluğundan ibaret olan “sekînet”te böyledir. Sekînet kalbe iner. O zaman kalpte bir rahatlık ve tatmin olma halini bulursun. O anda varlığından alınır söz ve hareket serbestliği sona erer, düşüncelerin Hakk’tan başka herhangi bir cihete yönelebilmesi artık mümkün değildir. Bunda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin seninle beraber olduğunun alâmeti ise gayr‐ı ihtiyarî olarak dilinle O’na olan salât ve selâmın devam etmendir.
Örnek
Bir gün bir melek beni yükseltmişti. Arkamdan gelip beni tutmuş ve sırtına almıştı. Sonra önüme geçti beni öptü. Nuru basiretime saçıldı. Bundan sonra “Bismillahillezî la ilâhe illâhû ve’r Rahmanu’r‐Rahîm”“Kendinden başka ilah olmayan Rahman ve Rahim olan Allah’ın ismiyle” dedi. Biraz yükseltti sonra beni bıraktı. Yine bir gün seher vakti halvette zikrederken meleklerin tesbihini işitmiştim. Hakk Teâlâ sanki dünya semâsına inmiş, melekler de; babası kızıp kendisini döveceğini anlayan çocuğun “tevbe ettim, tevbe ettim” deyip korkması gibi korkan ve kurtuluşu talep ve arzu eden hallerle sözlerini suratla söylemeye başlamışlardı. Sonra korkuları şiddetlenen meleklerin “Ya Kâdir, Ya Kâdir, Ya Kâdir Ya Muktedir”, diye yalvarmalarını duydum. Ne zaman bu korku hâli bitince de şu şekilde dua ettiler: “Allah’ım, sevap olarak bize cennetlerini lütfet, azaptan da emin kıl.”